Bizim kuşağın işkence ve cezaevi anılar

Bizim kuşağın işkence ve cezaevi anıları pek ünlüdür. Pek çoğu iç parçalayan, duygu yüklü anılardır. İşkence üzerine şiirler yazmış, resimler yapmıştır bizimkiler. İşkence, ülkemizin yakın tarihini anlatan romanların sık rastlanan figürleri arasında yer bulmuştur kendisine. Kolay değil elbet, insan yaşadıklarını nakşeder icra ettiği sanata. İşkence, siyaset dahilinde de kullanılmıştır çoğu zaman. İşkencenin yoğunlaştığı askeri darbe dönemleriyle hesaplaşmanı n, faşizan uygulamaları deşifre etmenin en etkili aracı olmuştur. En başta sıralayabileceğimiz insanlık suçları arasında sayılmış, siyaseten körleşmiş gözlerin sahiplerinin kalbine ve vicdanı na seslenmek için kullanılmıştır. Buradaki amaç, yalın haliyle insanın harekete geçmesini, tepki göstermesini sağlamaktır.

Bütün işkence öykülerinden, çıkarılan ilk sonuç insan vücudunun aslında tahmin edilenden daha dayanıklı olduğudur. İşkencede, ancak yaşayanın anlayabileceği bir vahşet uygulanmaktadır ki, bu vahşetten hurdahaş çıkılır ama sağ çıkılmadığı nadir görülür. İşkencede yaşananlar çok anlatılmıştır ancak nasıl bir şey olduğunu işkence görmeyenlerin hisselerine bırakmaktan başka bir çare yoktur.

Bugün burada, bir aralar anlatmaktan ve dinlemekten açıkçası herkeste epey bir doygunluk hali baş gösteren işkence öyküsü anlatmayacağı z ancak solun günlüğüne düşen notlarla formatı belirlenmiş bir köşede Ankara’daki işkence üssü DAL’dan söz etmemek olmaz.

İŞKENCEYİ DURDURUN
DAL’ın önemini azaltmamalı bu kısaltma. Kimine göre "Değerlendirme Araştırma Laboratuarı" dır açılımı, kimine göre "Derin Araştırma Laboratuarı." Ne olursa olsun burada uygulanan vahşi işkence yöntemleriyle insanlığın derin bir yara aldığı kesindir. DAL, 12 Eylül döneminin ünlü işkence merkezidir. Ankara Emniyet Müdürlüğ ü’nün arkasındaki garaj kısmında oluşturulmuş, özellikle Devrimci Yol sanıkları işkenceden geçirilmiştir. Gözaltı süresinin 90 gün olduğu düşünülürse, işkencenin bitip tükenmezliği daha iyi anlaşı lacaktır. DAL ekibinin başında dönemin emniyet amiri Kemal Yazıcıoğlu bulunuyordu. Özellikle Devrimci Yol hareketine dönük operasyonları organize eden DAL’da 12 Eylül’ü takip eden günlerde Adil Yılmaz, Satılmış Şahin Dokuyucu, İbrahim Eski, H. Asker Özmen, Yaşar Gündoğdu, Behçet Dinlerer ve Haydar Öztürk isimli devrimciler işkenceyle öldürüldü. Bütün bunlara karşın, Devrimci Yol soruşturmasını yürüten 36 DAL görevlisi polis hakkında dava açıldığını, bunlardan sadece altısına göstermelik cezalar verildiğini de söylemek gerekiyor.

Her biri aylarca DAL’da işkence altında kalan Devrimci Yol ana davasının sanıkları, o günlerde kamuoyunu işkence konusunda duyarlı kılmak amacıyla mahkemeden yaptıkları çağrıyı şu sözlerle bitiriyorlardı: "İşkenceyi önlemenin en etkin yollarından biri, işkence ifadelerinin mahkemelerde delil olarak kullanılmamasıdır. Yargıçlar işkence ürünü ifadelere itibar etmese, işkencenin önemli bir sebebi de ortadan kalkar ve mahkemeler de işkenceyi ‘tasdik mercii’ olmaktan çıkar. Aylarca, yıllarca en ağır işkenceleri yaşamış insanlar olarak, buradan, bütün yargıçlara, bütün gerçek hukukçulara, bütün demokratlara sesleniyoruz: İşkenceye karşı çıkın, işkence ifadelerinin kanıt olarak kullanılması na karşı çıkın. İşkenceyi durdurun." Bu çağrı sanıyorum ki, yalnızca o günlerle sınırlı olamaz; zorun, işkencenin sorun çözmede ilk akla gelen yöntem olageldiği ülkemizde her zaman önemini korumaya devam edecektir.

LİDERİNİZ GEÇİYOR
DAL’da yaşanan bir günü, Birgün okurlarıyla paylaşmakta fayda var. Biliyorum ki, az sonra okuyacağımız küçük öykünün kahramanları gazetenin okuyucuları arasındadır.

Devrimci Yol sanıkları işkencededir. Bir koridor aklınıza getirin; 20 tane hücre bulunmaktadır ve hem hücreler hem de koridor hıncahınç insanla doludur. Herkes işkence sırasının kendisine gelmesini beklemektedir. Her biri işkenceden bitap düşmüş, yorgun ve bitkindir. İnleyenler, baygın durumda olanlar vardır. Tam o anda bir ses duyulur. Bir polis alaycı, aşağılayıcı, küçültücü bir ses tonuyla bağırır: "Ayağa kalkın lideriniz geçiyor." Oğuzhan Müftüoğlu koridorda görünür. İşkenceden getirilmektedir. Yüzünde her türden rengi görmek mümkündür. Morluklar, kızarıklıklar, yaralar vardır yüzünde yer yer. Ayakta zor durmakta, ayaklarını sürüyerek geçmektedir, ancak bir insanın sığabileceği dar koridordan. Polisin derdi bellidir. ‘Alın, görün, liderinizi ne hale getirdik’, demek istemekte, Müftüoğlu’nun o halde görülmesinin yaratacağı moral bozukluğundan medet ummaktadır.

Polis bağırmaya devam ediyor. "Saygı gösterin liderinize. Herkes hazır ol vaziyeti alsın!" Belli ki, dalga geçmeye hazırlanıyor. Ama birden sinirlenmeye başlıyor. Çünkü hesapta olmayan bir ruh hali açığa çıkıyor birden. Herkes saygı duruşuna geçiyor ama her hallerinden emrin dışına çıktıkları belli oluyor. Koridor, yaratılan ortak değere, ortak geçmişe saygı ve teşekkür niyetine küçük bir gösteri alanına dönüşüyor. Polis iyice sinirleniyor. Diğer polisler de giriyor devreye. Hep birlikte yükleniyorlar koridordakilere, dövmeye başlıyorlar. Oturun, diyorlar bu kez. Dinleyen olmuyor. Devrimci Yolcular ayakta kalsın, diğerleri otursun diye bağırıyorlar. Kimse hareketlenmiyor. Oğuzhan Müftüoğlu ayağını sürüye sürüye geçiyor kah dayak yiyen, kah esas duruşta bekleyen arkadaşlarının arasından. Öyle duygusal bir ortam oluşuyor ki, bacaklarında kalan son dermanla kımıldamadan esas duruşta bekleyenler ağlamaya başlıyor, ince ince gözyaşı süzülüyor yara bere içindeki yanaklarına.

Yenmek, yenilmek ne kadar izafi kavramlar değil mi? Yenen kim, yenilen kim? Yenilgiden söz etmek ne kadar doğru? Yoksa, asıl zafer dedikleri, işkencede ayağa kalkmak mıdır? Yaşananlara bakınca nasıl bir sonuca varabiliriz? Yanıtını kim verebilir bütün bu soruların?