Zafer Toprak: “Türkiye’de laiklik kurulurken antropolojiden yararlanıldı”
20. yüzyıl kendi değerlerini, sanat anlayışını beraberinde getiriyor. Fütürizm, Dadaizm, Kübizm bu dönüşümün ilk belirtileri. Sovyet devrimiyle Konstrüktivizm, Endüstrializm revaç buluyor, Cihan Harbi ve onu izleyen yıllarda sanatta ve edebiyatta köklü dönüşümler yaşanıyor.
YASİN DURAK
Cumhuriyet Tarihi çalışmalarıyla bilinen Prof. Dr. Zafer Toprak ile güncel çalışmalarından biri olan Atatürk–Kurucu Felsefenin Evrimi kitabı ekseninde laiklik konusunu masaya yatırdık.
►Özellikle son yirmi yıldır, kimi siyasal mecralarda anakronik mukayeseler ve boş gösterenlerle bezeli bir tarih yazımı gelişim göstererek 1923 Devrimi’ni yukarıdan ve pestenkerani karakteristiklere hapsetmeye çalışan siyasi emellere ahdedildi. Sizin çalışmalarınızın çoğu, bunun beyhudeliğini ispatlar şekilde kurucu felsefenin arka planında yer alan derin entelektüel birikimi ve demokratik istişare süreçlerini ortaya koyuyor. Bu minvalde arka planda bulunan bu “kurucu felsefeyi” nasıl tanımlarsınız?
1923 Devrimi’ni tarihsel konumunu belirlemeden değerlendirmek kolay olmasa gerek… Cihan Harbi bir dönüm noktası ve 19. yüzyılı, imparatorluklar çağını sonlandıran bir savaş… 20. yüzyılla birlikte bunalımlı, sorunlu bir evreye girilmiş. Hemen her toplum savaşın neden olduğu derin yaraları sarmaya yönelik önlemler alıyor. Oysa rövanşist, irredantist, şöven çoğu iktidar sorunlara çözüm getirmek şöyle dursun insanlık tarihine acı anılar bırakacak çözümsüzlüklere gebe. Faşizm, nasyonal sosyalizm başta olmak üzere demokrasiye rafa kaldıran birçok rejim bu evrede palazlanıyor. Düşünce dünyası, sosyal ve beşeri bilimler de benzer bir travmayı yaşıyor. Savaş bilimsel çalışmaya darbe vurmuş, birçok bilim insanı cephede telef olmuş. Bilim dünyası sorunların üstesinden gelecek birikimden yoksun.
Cihan Harbi ertesi dönüşüm süreçleri ülkeden ülkeye farklı şekillerde tezahür edecek. Ama savaşın sonuçlarını en derinden yaşayan iki ülke Rusya ile Türkiye. Her ikisinde de imparatorluklar çökmüş. Çarlık Rusyası sona ererken Bolşevik Parti Marks’ın öngörülerine ters düşercesine gerice bir ülkede sosyalizmi kurmaya girişmiş, Türkiye’de ise yüzyılların birikimi kültür kodlarını altüst edercesine siyasi devrim yanı sıra zihniyet devrimi yaşanacak.
1923 Devrim süreci daha ilk gününden itibaren eleştirildi. Atatürk’ün 1927 CHP kurultayında okuduğu Nutuk devrimi gerçekleştirdiği silah arkadaşlarıyla yol ayrımı üzerine… Özellikle hilafetin kaldırılışı büyük tepkilere neden oldu. 1923 Devrimi’nin iki önemli dayanak noktası vardı. Bunlardan ilki ulusal egemenlikti. İktidarı tanrı katından “halk”a indirmekti. Bu saltanat ve hilafetin lağvı anlamına geliyordu. İkincisi ise dış düşmanlara ve de içerideki Anadolu hareketine karşı tavır koyanlara karşı hedeflenen o günkü deyişle “vahdet-i kuva” yani güçler birliği anlayışıydı.
Her iki ilkenin esin kaynağı, Fransız devriminde olduğu gibi, 18. yüzyıl Aydınlanma düşünürlerinden Jean-Jacques Rousseau idi. Atatürk Kurucu Felsefenin Evrimi adlı kitabım Atatürk’ün Rousseau’dan alıntı 1 Aralık 1921 tarihli söyleviyle başlıyor.
Rousseau entelektüel tarihin en sorunlu düşünürü bence… Paradoksal bir yapısı var görüşlerinin… Bir yanda devrimi, halk egemenliğini, eşitlikçi bir toplumu savunuyor, öbür yanda özgürlükleri “kolektif” bir anlayışa indirgiyor. Bu nedenle Montesquieu’den ayrışıyor. Özgürlükleri devletin bahşettiği değerlere dönüştürüyor. Bu nedenle de Rousseau’dan, 20. yüzyıldaki otoriter ve totaliter rejimlere de varılabiliyor. Türk Devrimi de bu ikilemi yaşadı. Terakkiperver Fırka, Takrir-i Sükûn, İstiklal Mahkemeleri bu minval üzerinde değerlendirile geldi. Atatürk demokrasi konusunda uz görüşlü bir lider… Okur yazarlığın dibe vurduğu, köylünün kendi alanına hapsolduğu bir toplumda siyasal demokrasinin gerçekçi olmadığını görmüş ve bu nedenle Tek-Parti’yi bir geçiş sorunsalı olarak değerlendirmiş… İşte o günlerden beri tartışılan husus bu…
Atatürk – Kurucu Felsefenin Evrimi bu çetrefil süreçte taşları yerli yerine oturtmayı çalışıyor. O nedenle süreklilikle kesintiyi bir arada görüyor. Bir yanda geçmişten gelen birikimin göz ardı edilmemesini savunuyor. Öte yandan Cihan Harbi ile birlikte yeni bir çağa girildiğini kanıtlamaya çalışıyor. Nitekim siyasal gelişmeler bir yana kültür ve sanatta da Türkiye farklı yönelimlere giriyor…
20. yüzyıl kendi değerlerini, sanat anlayışını beraberinde getiriyor. Fütürizm, dadaizm, kübizm bu dönüşümün ilk belirtileri. Sovyet devrimiyle konstrüktivizm, endüstrializm revaç buluyor, Cihan Harbi ve onu izleyen yıllarda sanatta ve edebiyatta köklü dönüşümler yaşanıyor. Gelişmelerden Türkiye de kendi payına düşeni almakta gecikmiyor. Yirmili yıllarda Muhsin Ertuğrul’un Darülbedai’de sahne kurguları modern Rus tiyatrosunun avant-garde öncüleri Stanislavsky ve Meyerhold’dan esinlenmiş... Nazım Hikmet, Fütürist ve Konstrüktivist Mayakovsky’ye özenerek 1923’te yazdığı “Makinalaşmak istiyorum” adlı şiiriyle edebiyatta yeni bir çığır açıyor. 1914 ekolü ressamlarımızdan Avni Lifij, 1927’de ölüm döşeğindeyken plastik sanatlarda empresyonizmin, realizmin devrinin kapandığını ilan ediyor. Geleceğin estetiği non-figüratif, soyut anlayış ve Kübizm. İkinci Meşrutiyet’te tasarlanan Birinci Ulusal Mimari ise son demlerini yaşıyor. Bolşevik mimar Bruno Taut Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni inşa ederken Bauhaus anlayışından esinleniyor. Türkiye, Cumhuriyet’le birlikte siyasette olduğu gibi kültür ve sanatta da yeni bir beyaz sayfa açıyor.
►Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş serüveninde laik hukuki düzenin şer’i hukuk, nizami hukuk, cemaat hukuku ve yabancılar için geçerli dış hukuku aşarak kurulmuş olmasına dayanarak, laiklik en azından bu ilk döneminde manda hâkimiyetini savunanlar ile saltanat muhiplerine karşı aynı anda sürdürülen, tam bağımsızlık ile ilgili bir siyasal vazifeydi diyebilir miyiz?
Türkiye Tanzimat’tan beri yüzünü Batı’ya döndürmüş… Bunu da adalet ve eğitim kurumlarında hedeflediği reformlarla gerçekleştirmeye çalışmış… Ama imparatorluk kimliğinden de bir türlü kopamamış… Her tarafa yaranmaya çaba göstermiş. Yabancıların kapitülasyonlarla elde ettiği hukuki ayrıcalıklarına dokunamamış, cemaatler kendi özel hukuk düzenlerini sürdürmüş. Batı’ya açılımı gerektiren kamu hukuku alanında “iktibas” denilen düzenlemelere gitmiş, ama özel hukuk alanında şer’i normlara dokunamamış.
Türkiye yine de bir ölçüde de yol kat etmiş… Ama şer’i normların, bağnaz kültür kodlarının üstesinden bir türlü gelememiş. Türkiye 20. yüzyıla Orta Çağ kalıntısı bir zihniyetle girmiş. İttihatçılarla birlikte çözümün laiklikte olduğu görülmüş. Ama Meşrutiyet yıllarının savaş ortamı reformlara ket vurmuş.
İşte Türkiye’de düzlüğe çıkaran reformları Cumhuriyet gerçekleştirebilmiş. Laiklik aynı zamanda ülkenin kapitülasyonlar nedeniyle dışa bağımlılığına da çözüm getirmiş. Lozan Antlaşması laik bir toplum için önemli bir kırılma noktası… Kapitülasyonlar kaldırılarak laik toplum için önemli bir adım atılmış. Nitekim üç yıl sonra, 1926’da Medeni Kanun’la Tanzimat zihniyetinin bir türlü gerçekleştiremediği özel hukuk reformu yürürlüğe konmuş… Laiklik Türk Devrimi’nin omurgasını oluşturmuş.
Bu süreçte unutulmaması gereken bir husus Ankara’da 1925 yılında açılan Hukuk Mektebi ve bu okulda “devrim hukuku”nun okutulmaya başlanması… İstanbul Darülfünunu’na alternatif bir hukuk anlayışı… Cumhuriyet’in çağdaş hukukçuları Ankara’da eğitiliyor. 1933 üniversite reformuyla İstanbul Üniversitesi de aynı çizgiye getiriliyor. Çağdaş, laik, hukuk Cumhuriyet’in en büyük kazanımı…
►Laikliğin gereği olarak kabul edilen medeni hukukun karşısında “çokkarılılık” imtiyazını savunmaya çalışan, yanı sıra kadın haklarına her kademede karşı çıkan eski şer’iyye vekilleri ile bilimi devreye sokan seçkin zevatın zihniyet birliğini göz önüne alırsak, bunların bugünkü İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan iktidar aparatlarının zihni sabıkları olduklarını söyleyebilir miyiz?
Laiklik karşıtı geçmişin kültür kodlarını taşıyan tortu zihniyet her zaman toplumda varlığını sürdürmüş. Bunun patriarkal bir yönü olduğu gibi bir türlü reform anlayışını benimseyemeyen dinsel kodlarla da ilişkisi var. O nedenle en “aydın” sayılabilecek kişiler bile kadın sorununda zihinsel dip dalgaların üstesinden gelemiyorlar. İşte bunun somut örneklerinden biri, senin de vurguladığın İstanbul Sözleşmesi… Laiklik sürecinde her zaman bu tür “çıkıntı”larla karşılaşılmış. Gelenekçilik ağır basmış… Çağın gerisinde kalınmış. Ünlü psikiyatrist Mazhar Osman çok eşliliğin fuhuşu önlediğini savunuyor. Atatürk’ün iradesi olmasa Medeni Kanun’a çok eşlilik sokuşturulacak.
Türkiye, Milli Mücadele ruhu ve Atatürk’ün dirayetli tutumu sayesinde, bu tür engelleri aşabilmiş. Kültür kodlarının değişimi kuşkusuz nesiller alıyor. Devrim siyasal yapıyı değiştiriyor, ama insanların zihniyeti ana kucağından, eğitime, çevreye, günlük yaşama çok daha farklı etmenlerin tutsağı… İşte Atatürk’ün önce 20’li yıllarda hukuk reformlarıyla, ardından 1930’lu yıllarda kültür reformlarıyla Cumhuriyet’in “yeni insan”ını hedefleyen girişimleri kültür kodlarına yönelik verilen mücadelenin aşamaları… Ama bu alanlarda ne denli radikal önlemler alınırsa alınsın ülkenin maddi koşulları değişmedikçe, geri kalmış bir ekonomik yapının üstesinden gelinmedikçe sonuca varmak zor oluyor. 30’lu yılların devletçiliği işte bu soruna çözüm arayış… Türkiye’nin 30’lu yıllardaki sanayileşme girişimi toplumu sil baştan şekillendiriyor. 40’lı yıllara girerken Türkiye artık sınıflı bir toplum. Milli Mücadele’nin gerekli kıldığı “vahdet-i kuva”, yani güçler birliği artık anlamını yitiriyor. Toplumsal katmanlar kendi çıkarlarını gözetmek durumunda. Çok partili rejim ise bu tür beklentilerin sonucu…
►Mustafa Kemal’in “laikliğin bilimsel tabanını antropolojide bulduğu” iddianız bence fevkalade mühim. Bilhassa onun ölümünden sonra beşeri bilimlerde “devrim” anlayışının terk edildiğini ve dil-tarih tasfiyesinin peşi sıra sosyal bilimin soluksuz bırakıldığını yazdınız. Bunu bir sosyal bilimci olarak sormak istiyorum: bugünün Türkiye’sinde laikliğin müdafaası ya da inşası için sosyal bilimcilere ne tür görevler düşüyor sizce?
Atatürk’ün bir dizi özgün özdeyişleri var. Ama bunların başına ben “Hayatta en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir”i koyarım. Önemine binaen Ankara’da kültür devriminin beşiği Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulurken binanın alnına “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” yazılmış…
Cumhuriyet dibe vurmuş bir toplum devralmış. Fakr u zaruret içerisinde, son derece yoksul bir toplum. Savaşlar nedeniyle beşeri sermayesinin önemli bir kısmını yitirmiş. Hayvan varlığı dörtte bire düşmüş. Yaşam umudu ortalaması 30’un altında... Bebek ölüm oranı ise felaket… Benim 2017’de yayınladığım Türkiye’de Yeni Hayat – Inkılap ve Travma başlıklı kitabım bu çöküntünün öyküsü…
Dünya ekonomisi de Cihan Harbi ertesi belini bir türlü düzeltememiş… Dış ticaret hadleri Türkiye’nin aleyhine… İncir, üzüm, fındık ihracı artık para etmiyor. Bu koşullarda ekonomik alanda yol kat etmenin ne denli güç olduğunu gören Atatürk kültüre öncelik veriyor. Ülke 30’lu yıllarda bir anlamda kendi “kültür devrimi”ni yaşıyor.
Kültür devrimi herşeyden önce kültür kodlarının değişimini hedefliyor. İşte bu evrede Atatürk antropolojiyi devreye sokuyor. Antropoloji herşeyden önce Cumhuriyet’le Osmanlı-İslam geçmişi arasına mesafe koyuyor. Türkiye’nin tarihi çok daha gerilere çekiliyor. Neolitik, hatta paleolitik evrelere kadar gidiyor. Antropoloji Avrupa’da doğduğu ilk günlerden beri “kilise”ye ters düşüyor. Bu nedenle yargılanan bir bilim dalı. Türkiye’de de laiklik sürecinde antropolojiden yararlanılıyor. Türkiye eğitim / öğretimde Darwin’in görüşlerine yer vererek “yaratılış” kurgusuna yeni bir boyut getiriyor. Bunan böyle “evrim” ilke ediniliyor. Adem Havva bir nekara bırakılıyor. İnsanoğlunun tek hücreden bugünkü konumuna varışı için milyarlarca yıl öngörülüyor. 30’lu yılların ders kitapları bugünküleriyle karşılaştırılamayacak ölçüde “devrimci”…
Antrapoloji ve biyoloji sayesinde hemen tüm bilim dallarında köklü atılımlar gerçekleştiriliyor. Kuşkusuz bunların başında yeni bir tarih anlayışı ve dil derimi geliyor. Tabii bu köklü reform anlayışının gerisinde Atatürk’ün güçlü karizmatik kimliği var. Ama 1938 ertesi koşullar değişiyor. Herşeyden önce ikinci bir dünya felaketi, İkinci Dünya Savaşı başlıyor. Türkiye savaşa girmese de bilfiil seferber oluyor, savaşı yaşıyor. Savaş koşulları, tıpkı Cihan Harbi’nde olduğu gibi toplumsal kargaşaya, çöküntüye neden oluyor.
Dünyadaki ayrışmalar çizgisinde Türkiye’de de farklı fikirler toplumu sağa, sola savuruyor. 30’lu yılların kazanımları sorgulanmaya başlıyor. Bunların başında laiklik geliyor. 1946’da dünya konjonktürünün baskısı altında çok partili siyasal demokrasiye geçiş, popülizmi çağrıştıran politikaları gündeme getiriyor. Bağnaz çevrelere yönelik ödünler bilim çevrelerinde de tasfiyelere neden oluyor. Türkiye bir çeyrek yüzyıl devam etmiş olan bağımsız dış politika anlayışından ayrılarak Batı blokunun sınır bekçiliğine soyunuyor.
Her iki dünya savaşının tek galibi ABD ile Sovyetler’in başlattığı Soğuk Savaş Türkiye’nin kültür kodlarını bir kez daha sorgulamasına neden oluyor. Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de Amerikanizm hegemon bir nitelik kazanıyor. 50’li yıllarda eğitimden günlük yaşama ülke insananın beklentileri değişiyor. “Küçük Amerika” özlemi Viyetnam Savaşı’na kadar devam ediyor. Bu arada 27 Mayıs ve 61 Anayasası… Türkiye’ye siyaset yelpazesi bir kez daha yeni açılımlara gebe…
Atatürk – Kurucu Felsefenin Evrimi işte bu sürecin başlangıç noktasını oluşturuyor.