Zalimin silahı, mazlumun susturucusu olarak medya

Tezcan Durna - um:ag Genel Yayın Yönetmeni

Medya aracıdır. Medium sözcüğünün Türkçeye uyarlanmış hali. Neyin aracı olduğuysa gazetecilik okullarında ilk olarak öğretilir. Halkın sesi, kamuoyunun sesi. Yani toplumda birbirinden haberdar olma şansı olmayan insanları birbirinden haberdar etme aracı. Ne var ki medyadan, büyük büyük, itibarlı medyadan gelen ses başından beri çok az sıradan insanın, mazlumun ve yoksulun sesidir. Bunun nedenini çok anlattık ama yine anlatalım. Yoksul dilsizdir, mazlum sessizdir. Derdini iyi izah edemez, etse bile dinlenmez, dinlense bile duyulmaz, duyulsa bile anlaşılmaz, anlaşılsa bile kaale alınmaz. Bunu illaki medya yapmaz elbette.

Biraz da dilin ve sözün büyüsü yapar bunu ki dil medyanın en temel aracıdır. Dil sanıldığının aksine sadece bir iletişim aracı değildir. Dil damgalar, dil işaret ettiği canlı ve nesnelere hükmeder. Ad verdiğiniz anda ad verdiğiniz şey sizin temellük nesneniz olur. Siz terörist dediğiniz anda, terörist olur birisi. İşte terörist olduğu andan itibaren o kişi ya da topluluk kendini gerçekleştiren kehanet gibidir. Gerçekten teröristlik doğasında olduğundan mı terörist olmuştur, yoksa mütehakkim-muktedir ona terörist dediği için mi ona terörist olmaktan başka varoluş ihtimali kalmadığı için mi terörist olmuştur? Tıpkı bir çocukla konuşmak yerine onu her “yaramazlık” yaptığında (ki hiçbir çocuk yaramaz değildir, en fazla yaşam enerjisiyle dolu ve hareketlidir) pataklarsanız “dayak arsızı” olması halinde “bu çocuk iflah olmaz” diyerek onu pataklamaya devam etmekte olduğu gibi. Çocuk gerçekten doğasında yaramaz olduğu için mi yaramazdır, yoksa siz onu anlamaya çalışmak yerine sürekli patakladığınız için mi yaramazlaşmıştır? Yaramazlaştıkça pataklar, patakladıkça yaramazlaşırsa bu bir kısırdöngüye dönüşür. Toplumlar da öyle değil midir? Özellikle de varlığı, kimliği, neliği kabul edilmeyen topluluklar, siz o topluluğa “sen bu değilsin, senin hakkın şu değil” dedikçe, iş inada biner, o topluluk inkâr edilen yanını daha çok benimsemeye başlar. 

Çok duymuşsunuzdur. Kendini o kadar da çok “Türk” ya da “Arap” hissetmeyip, Batıda bir ülkeye göçmen olarak gittikten sonra, sürekli kimliği aşağılanınca koyu bir milliyetçiye dönüşen insanları. Başta Avrupa olmak üzere, dünyanın dört bir yanındaki Türkiyeli göçmenlerin Türkiye’de yapılan seçimlerde genellikle muhafazakâr partileri tercih ediyor olması da bu nedenledir. Aynı şey dinsel mensubiyet için de geçerli değil midir? Müslüman coğrafyasından gidip, kendini o kadar da koyu Müslüman olarak görmeyen insanlar, “sen Müslümansın, siz Müslümanlar” diye başlayan cümlelerle karşılaştıkça, koyu dindar olacağı tutar bu insanların. Bir ergen çocuğa bir deyin bakalım “Sen erkek değilsin”, erkekliğini göstermek için yapmayacağı zulüm, düşmeyeceği rezillik kalmaz. Tuhaf bir canlı vesselam bu insan türü. Bilişsel olarak gelişmiş olsa da duygusal olarak hep çocuk kalan garip bir yaratık. İşin tuhafı herkes bu gerçeği bilip hemcinslerine de bu gerçeğin farkındalığıyla davranıyor. Herkes günümüzde birbirinin yarasına sürekli şiş sokuyor, kanatıyor, kanırtıyor. İşte bu nedenle bütün bu yaraları kanatan en temel araç olan dile çok dikkat etmek gerekiyor. 

İsrail ile Filistin arasında yıllar öncesine dayanan çatışmanın ekonomik, sınıfsal, politik, kültürel pek çok dinamiği var. Bu dinamiklerin birisini diğerinin önüne koymak zor. Bu çatışmanın asıl dinamiğini iyi anlayabilmek için şiddet ve kolektif şiddet kavramlarını iyi anlamak gerekir. Aslında kolektif eylemler, statükonun kalbini hedef aldığı ve çoğunlukla politik bir ereği bulunduğu için, egemen ideolojide ister şiddet içersin, isterse de içermesin, çoğunlukla “marjinal” olarak nitelendirilir. Bu çerçevede Tilly’nin  tavsiyesine kulak vermek gerekir. Bu da şiddet eylemlerini anlamak için şiddetsiz eylemleri de anlamak gerektiği şeklindeki uyarıdır.  Bunu anlamak için günümüzdeki kolektif hak talebinde bulunulan eylemlerin ancak polis müdahalesi olduğunda ya da provakatif bir saldırı ânında medyada görünür olabildiğini hatırlamakta yarar vardır. Bu bağlamda herhangi politik bir eylem, ister şiddet içersin isterse içermesin, egemen güçlerin nazarında marjinal kabul edildiği için, her koşulda yasadışı ilan edilecek ve devletin yasal şiddetiyle bastırma yoluna gidilecektir. 

Yine burada Negri ve Hardt’ın toplumsal eylemlerle ilgili yaptıkları şu yorumu hatırlamakta fayda vardır: “Bu eylemler paradoksal bir şekilde, güçsüzlüğün temsilinin ahlaki gücünden medet umar. Bu anlamda şiddet karşıtı eylemler terörizmin aynadaki görüntüsünden başka bir şey değildir. Terörizm de sembolik jestler aracılığıyla iş görür; o da medya aracılığıyla bir mesaj göndermeyi amaçlar, ama terörist eylem taban tabana zıt bir tutumla kendi gücünü ve rakibinin, Devletin güçsüzlüğünü temsil peşindedir. Temsil düzlemi, şiddet-karşıtı eylem ve terörizm zıt kutuplar halinde bir araya getirir.”  Bu çerçevede baktığımız zaman, aşırı mazlum ile aşırı zalim arasındaki geçirgenliğe dikkat etmek gerekir. Aşırı mazlum, bütün dünyada olup biten bütün zulümlerden daha büyük bir zulüm yaşadığını düşünerek, kendisinden başka her türlü canlıya düşman haline gelebilir ve hatta bir noktada kendine de düşman kesilir. Bir politik eylem olarak öz kıyıcılığın dinsel dinamiklerinin ötesindeki nedeni biraz da budur. Aşırı zalim de zaten bir zamanlar aşırı zulüm gördüğünü düşünerek, gücüne güvendiği ilk tarihsel uğrakta kendisine karşı olduğunu düşündüğü topluluk ya da devletlere karşı zulmü en doğal hakkı olarak görebilir. Bu nedenle toplumlar-topluluklar arasındaki de dahil herhangi iki kişi arasındaki çatışmayı bile çözümlemek için çatışmayı derinleştirmek ve çatışma aktörleri arasındaki çelişkileri kökleştirmek değil, bir durup düşünmek en çıkar yoldur. Başka türlüsü çatışmanın güçlü ya da güçsüz, zalim ya da mazlum fark etmeksizin bütün taraflarını bertaraf eder. Bu da güçlü için elde edilecek kazancın da bir Pirus zaferiyle sonuçlanmasının mukadder olduğu anlamına gelir. 

Batı diye bir tözün var olup olmadığına dair kuşkularımı şimdilik kaydıyla bir paranteze alarak, İsrail ile Filistin arasındaki asimetrik çatışmaya ilişkin olarak sağcısı, solcusu, liberali muhafazakârı fark etmeksizin Batı medyasının korkunç bir ikiyüzlülük içinde olduğunu görüyoruz. Bu ikiyüzlülük toplumsal alandaki güçsüz kesimlerin yanlış-eksik temsili konusunda zaten hep vardı. Batıdaki demokrasisi ileri bellibaşlı ülkelerin medya kuruluşlarındaki bu temsil sorununa dair yapılmış pek çok araştırma bunları ortaya koydu. “Demokrasinin beşiği” İngiltere’de 1970’li yıllarda işçi sınıfının olumsuz temsili ile ilgili yapılan araştırmalar,  yine 1970’li yıllardaki ekonomik krizin nasıl neoliberal politikaların meşrulaştırılması için araçsallaştırıldığına ilişkin analizler  “dördüncü güç” medyanın demokrasi aleyhine nasıl maharetle kullanılabildiğini çok iyi gösterir. Yine medyanın ırkçı temsilleri üzerine Teun van Dijk’ın  çalışmaları ile Noam Chomsky ve Edward S. Herman’ın Rızanın İmalatı  başlıklı çalışmaları, medyanın demokrasiyi geliştirecek, toplumun her kesiminden insanların ve her görüşün sesinin eşit ve adil şekilde duyurulmayabileceğine dair mitin aslında sahiden de bir mit olduğunu gözler önüne seren çarpıcı örneklerden sadece bazılarıdır. Bütün bu örnekler, aslında dünyanın her yerinde olduğu gibi Batılı ülkelerde de ana akım medyanın demokrasiye katkısının sınırlılıklarını çok iyi gösteriyor. Demokrasi söyleminin sınıfsal sınırları, medyanın toplumsal kesimlerin temsiliyle ilgili olarak gösterdiği tavırda tam olarak billurlaşıyor. 

Ne var ki, İsrail ile Filistin arasındaki asimetrik savaş karşısında Batılı medya kuruluşlarının tavrına bu sınıfsal boyutun yanı sıra bir de kültürel önyargı ve körlük de eşlik ediyor. Yıllar önce Edward Said’in yazdığı Şarkiyatçılık  eserinde bu önyargı ve körlüğün edebiyattan antropolojiye, siyaset biliminden tarih ve sosyolojiye kadar pek çok disiplin ve söylem alanında nasıl tezahür ettiği ve kolonyal zihniyet ve uygulamalar için bu tezahürün nasıl araçsallaştırıldığı çok iyi anlatılmıştı. Bu tarihsel arka planın bugün demokrasinin küresel düzeyde içine düştüğü bir kriz ânında yeniden nasıl acı bir şekilde ortaya çıktığını görebiliyoruz. İtibarlı pek çok Batılı medya kuruluşunun, kendi varlığını ve meşruiyetini de inkâr edercesine, savaşı İsrail lehine sunma gayretkeşliği, aslında sadece Türkiye’de değil, dünyada da medyanın varlığını ve sınırlarını yeniden değerlendirip sorgulamamız gerektiğini çok iyi gösteriyor. Reuters Haber Ajansı muhabirinin ölümünü dahi nesnel bir şekilde veremeyerek, New York Times hastane bombalamasını birkaç defa manşet değiştirip, faili alenen gizleyerek aslında bir haber kuruluşu değil, Faşist İsrail devletinin küresel propaganda makineleri olduklarını gösterdiler. 

Kuşkusuz, Batı diye homojen bir töz olmadığını, Batıdaki bu tür medya kuruluşlarının bütün Batılı ülkelerin halklarını, İsrail’in hastane bombalayan yönetiminin de bütün Yahudi halkını, Hamas’ın da bütün Filistin halkını temsil etmediğini asla unutmamız gerekiyor. Bugün dünya halklarının hayalini kurduğu barış ve demokrasi içinde yaşamıyorsak, her bölgede yükselişte olan otoriter yönetimlerin demokrasiyi suistimal ederek kaderlerimiz üzerine sınırsız ipotek koymalarından dolayıdır. Mevcut bütün otoriter yönetimlerin stratejisi, bütün dünyadaki halkları etnik, dinsel, kültürel ve mezhepsel bazı farklar ortaya sürerek birbirine düşürmektir. Oysa Filistin toplumu içinde de Hamas’ın korkunç ve vahşi terör eylemini desteklemeyen çok fazla insan var. İsrail toplumu içinde de İsrail’in yıllardır bütün dünyanın gözlerinin önünde süren zulmünü desteklemeyen ve mevcut yönetimi eleştiren pek çok Yahudi var. Tıpkı Türkiye’de de devletin zamanında Güneydoğu’da uyguladığı sivillere yönelik orantısız şiddeti onaylamayan milyonların var olduğu gibi. Hâlâ bir kısmı akademinin dışında, bir kısmı da arafta tutulmaya devam edilen Barış Bildirisi İmzacısı akademisyenler bunun en somut delilidir. Bugün hepimizin artık şunu kabul etmesi gerekiyor. Bildiğimiz ana akım medya dünyanın her yerinde bir haber verme aracı değil, bir manipülasyon ve propaganda aracıdır. Ana akım medya kuruluşlarından ve tabii ki sosyal medya platformlarından gelen haberleri her zaman olduğundan daha fazla kuşkuyla okumamız, dinlememiz ve izlememiz gerekiyor. Savaş zamanları bu ihtiyacı daha fazla hissetmemize yol açıyor. Çünkü böylesi savaş ve çatışma anlarında bildiğimiz ana akım medya her zaman olduğundan daha fazla zalimin yanında mazlumun tam da karşısında duruyor.