Ayşe Sarısayın yeni kitabında hayatına giren birbirinden değerli insanların izleri/izdüşümleriyle tanıştırıyor okurlarını.

Zamana karşı edebiyatın mucizesi

Deniz Zeka - Meltem Sezen Kılıç 

Ayşe Sarısayın “Bir Roman Kadar Uzun / Geride Kalanlar, Anılar” adlı kitabında inanılmaz bir edebiyat panoraması sunuyor okuruna. Dört bölüme ayrılan bu eser, insan hayatının evreleri gibi; çocukluk, ilk gençlik, gençlik ve yetişkinlik yılları… Sarısayın; bu dönemlerinde hayatına giren birbirinden değerli insanların izleri/izdüşümleriyle tanıştırıyor bizleri. Onlardan/onlarla bavuluna doldurduklarını bir bir çıkarıyor karşımıza…  

“Yıllar içinde sayısız yazarla ve şairle tanıştım, her birinden ayrı tatlar aldım, farklı biçimde etkilendim. Günün birinde yazmaya başladığımda, biraz da şaşkınlıkla bu tatların ve kokuların izini sürdüğümü, yalnızca geçmişte yaşanılanları değil, okuyup geçtiğimi sandıklarımı da hiç unutmadığımı fark ettim. Kendi dokumu yaratmaya çalışırken, yıllar önce okuduğum bir yazarla buluştuğumu hissettim zaman zaman. Bazen bir duyguda, bir kokuda, bir seste, hatta tek bir sözcükte…” 

“Edebiyat sohbetlerinde ‘İlk tanıdığınız edebiyatçı kimdir?’ diye sorulur. Bu soru bana da sorulduğunda Behçet Necatigil demek gelmezdi aklıma, çünkü o benim babamdı’ demiştiniz bir sohbetimizde. Ne zaman Behçet Necatigil’in okuru oldunuz? 

Babamın şiirleriyle ilk karşılaşmam ilkokul yıllarımda, annemin yönlendirmesiyle. Anlayabileceğimi düşündüğü şiirleri seçer, yüksek sesle okurdu bana. İlk okuduklarından biri “Evcik” şiiriydi. Kapı önünde Ayşe / Hanım hanımcık iş gördü / Sonunda kendine göre / Bir yuva kurdu dizeleriyle başlayan bu şiirde, sık sık Ayşe adı geçtiği için çok sevinmiştim. Lise çağına geldiğimde, kendi seçimlerimle okuyordum artık.  

Kitabınızda Yiğit Bener’le ortak bir özelliğinizden söz ederken, değerli sanatçıların çocuğu olmanın hem büyük bir onur hem de ağır bir yük olduğunu söylüyorsunuz. Hele aynı alanda ürünler vermek, kolay olmasa gerek… 

Yakın dostum Yiğit’le aynı kaderi paylaşıyoruz. Onun durumu daha zor üstelik: babası Erhan Bener, amcası Vüs’at O. Bener! Ailede başka yazarlar da var.  

Çocukluğumdan itibaren okumayı, edebiyatı çok sevmeme rağmen, pek bilinçli olmasa da içgüdüsel bir tepkiyle belki, çok farklı bir yol seçerek mühendislik ve işletme eğitimi aldım, ilaç sektöründe çalıştım. Ne var ki yıllar yılı sürüp giden okumalar bir dizi rastlantı sonucu yazmaya evrilince, babamın yolunda yürürken buldum kendimi. Alanında kabul görmüş, belli bir yer edinmiş saygın bir isimle birlikte anılmak büyük bir onur kuşkusuz ancak beklentileri yükseltiyor, ek sorumluluklar yüklüyor. Bu da özellikle başlangıçta büyük bir tedirginlik yaratıyor.  

Yeni kitabınız, babanıza ve annenize yazılmış iki mektupla başlıyor. İnsanın geçmişine, bugününe, hatta yarına bir saygı duruşu… Aynı zamanda bir istasyondan yavaş yavaş ayrılan trendeki dostlara el sallamak, sandıktan çıkan bir örtüyü dizimizin üstünde düzeltmeye çalışmak gibi, tatlı bir veda… Böyle bir edebiyat ya da saygı sözlüğü yazmak için sizi harekete geçiren ne oldu? Hayatınıza dokunan insanların yer aldığı bu kitabı planlarken nasıl bir yol izlediniz? 

İlk öykü kitabımın yayın aşamasında Can Yayınları’nda tanıştığım, kısa sürede yakınlaştığım sevgili Erdal Öz’ü 6 Mayıs 2006’da kaybettiğimizde, Dünya Kitap dergisi hazırladığı dosya için benden de bir yazı istemişti. Sevdiğim bir dostun ardından yazdığım ilk yazıdır. Sonrasında, yine bazı kayıpların ardından yayımlanan “armağan kitap”lara yazılar verdim. Zamanla hayatıma dokunan, bende iz bırakan isimler için bazen dergilere yazmaya, bazen sosyal medyada birkaç satır karalamaya başladım. Hem göçüp gidenlerin yarattığı boşluk duygusuyla baş etme hem de gönül borcumu ödeme çabası olsa gerek… Bu yazılar birikince de bir kitapta toplama düşüncesi çıktı ortaya. Çoğunu elden geçirerek, kimilerini yeniden yazarak ve eksikleri tamamlayarak bu kitabı oluşturmaya çalıştım. 

Kitapta yer verdiğim, yakından ya da uzaktan hayatıma dokunmuş olan tüm isimlerin ortaklaştığı tek nokta, artık aramızda olmamaları. Babama ve anneme yazdığım mektuplardan sonraki ilk bölümde çocukluk yıllarımdan itibaren tanıdığım, evimize gelip giden edebiyatçılar var. Ardından yazı yolculuğum sırasında şahsen tanışma, yakınlaşma fırsatı bulduğum isimler geliyor. Hiç tanışmadığım halde eserlerini okuyarak tanıdığım, izini sürdüklerim bir başka bölüm. En sonda yer alanlar ise edebiyatçı olmayıp yakın çevremde yolumun kesiştiği, bende iz bırakmış isimler. 

Kitap kapağındaki bavul ve kıyıya vuran dalgalar çok etkileyici. Bu dalgalar uzun vadede kıyıyı nasıl şekillendirirse, insanların bıraktığı izler de hayatına dokunduğu kişileri öyle şekillendiriyor sanırım. Ne dersiniz?  

Tam da dediğiniz gibi! Hayat akıp giderken bu izlerin farkında olmuyoruz genellikle ama bir ölüm haberi aldığımızda, o insanı bir daha göremeyeceğimiz gerçeğiyle yüzleştiğimizde, yaşarken bize kattıklarını, varoluşumuzdaki etkilerini çok daha somut biçimde algılıyoruz.  Hayatımıza dokunan herkesin ortaklaşa dokuduğu bir kumaş gibi şekilleniyor varlığımız.   

Hepimizin geçmişten taşıdığımız kokular olduğunu söylüyorsunuz. Sizin geçmişten getirdiğiniz kokular ve tatlar neler? 

Doğduğum, yedi yıl yaşadığım ahşap evi saran hanımeli kokusu, en belirgin kokulardan biri. Oktay Rifat’ın bir şiirini anımsatır bana: Köşebaşını tutan leylâk kokusu / Yakamı bırak da gideyim. Dedemin evinde, bahçeye açılan bodrum kattaki rutubet ve toprak kokusu, pazar kahvaltılarımızı taçlandıran, babamın her nedense “cici papa” dediği kızarmış yumurtalı ekmeklerin kokusu -ki yazdığım metinlere de sızdığı olmuştur bu kokuların. Tatlar ise sayılamayacak kadar çok. Annem mutfakta hayli hünerliydi, yaptığı tüm yemeklerin tadı damağımda hâlâ… 

“İnsan yazdıkça yaz(ıl)amadığını daha iyi anlıyor.” diyorsunuz. Yazmak, inadına yazmak gerekmez mi her şeye rağmen? Yarım kalanları biraz olsun tamamlayamaz mıyız yazarak? 

Böyle dediğime bakmayın, ben de vazgeçmiş değilim yazmaktan! Biyografik çalışmaların zorluklarını deneyimleyerek söylemiştim bu sözü. Dışarıdan baktığımızda sıradan görünen hayatlar bile yaklaştıkça farklılaşıyor, yepyeni boyutlar kazanıyor. Bu katmanların tümüne ulaşmak mümkün olmasa da, bazı şeylerin eksik kalacağını kabullenerek yazmalıyız elbette.  

Edip Cansever’ın “Güç iştir bir tarihi insan gibi yaşamak / Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir” dizelerindeki gibi yaşayan, bunu başarabilmiş insanların ortak yanları neydi sizce?  

Bu soruya net bir yanıt vermem güç ama yoktan var edilen bir ülkede, Cumhuriyet Türkiye’sinde yetişmiş olmaları, yaşadıkları ülkeye ve dünyaya ilişkin umutlar beslemeleri, savundukları değerlere olan inançlarını hiçbir koşulda yitirmemeleri diye düşünüyorum. 

Bu eserinizi birkaç sözcükle tanıtmak isteseniz hangi sözcükleri seçerdiniz? 

Varoluşumu, dünyaya bakışımı şekillendirenlere gönül borcumu ödeme çabası… Sevgili editörüm Mustafa Çevikdoğan’ın çok sevdiğim ifadesiyle sıralaması karışık bir sözlük… Ya da sizin güzel deyişinizle bir saygı duruşu…