Hayat filmi Cuma günü vizyona giren Zeki Demirkubuz “Benim korsancı arkadaşlarım var. Onlar Kader ve Masumiyet’in korsanda en çok aranılan ve izlenen filmler olduğunu söylerlerdi. İnanmazdım... Bu sayede yıllar geçti ve sonunda korsan sayesinde halkım beni de keşfetti" diyor.

Zeki Demirkubuz’un Hayat’ı: Türkiye film endüstrisinin korsanla imtihanı

Ece Vitrinel - Doç. Dr. 

Zeki Demirkubuz’un son filmi Hayat cuma günü vizyona girdi. Yönetmenin uzun bir aradan sonra çektiği film, 60. Altın Portakal Film Festivali’nde yarışacakken festivalin iptali ile sonuçlanan skandallar sonrasında prömiyerini Filmekimi’nde yapmış, gişeden beklentisi yüksek Ölümlü Dünya 2 ile çakıştığı için vizyon tarihi 15 gün ertelenmiş, 6 Aralık’ta Başka Çarşamba kapsamında izlenebilmiş ve 9 Aralık’ta Kadıköy Sineması’nda 23:59’da başlayan bir seansta Masumiyet ve Kader’in peşi sıra gösterilmişti. Bizzat Demirkubuz’un kendisi tarafından da “kendini kesme gecesi” olarak tanımlanan bu özel programın 350 TL’lik biletlerinin öğrenci bütçesini zorladığını dile getiren bir X kullanıcısına yönetmenin verdiği cevap, bu aralar gündemden düşmeyen Demirkubuz’u burada tutan yeni bir konu başlığına dönüşmüştü: “Şimdi ne diyeyim Ali kardeş? O zaman Kader ve Masumiyet’e korsandan devam, Hayat da yakında düşer zaten. Düşmezse İsmail’den link istersin, ne yapayım başka?” 

Hâlâ tweet atılan ama adına artık X denen platformdaki sadece Atiba Hutchinson’u takip ettiği hesabından verdiği bu yanıt, Demirkubuz’un sıkı takipçilerini şaşırtmadı. Evet, belki korsan kopyanın adresi değişmiş, Demirkubuz kendisini Gazze hakkında konuşmamakla suçlayarak Hayat filmi için boykot ve korsandan izleme çağrısı yapan Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan’dan link istenebileceğini belirtmişti. Fakat bundan 11 yıl önce İstanbul Film Festivali’nde “izleyici ödülü” aldığında teşekkürlerini korsan film satıcılarına ileten Demirkubuz’un korsana bakışı sabitti. Hayat filmi bu konuşmayı, açtığı yolu ve 2000 sonrası Türkiye sinemasının daha önce akademik saiklerle incelediğim korsan film satıcısı karakterlerini hatırlamamıza vesile oldu. 

Türkiye sinemasının arthouse sevdiren “etik” korsanları 

“Benim korsancı arkadaşlarım var. Onlar Kader ve Masumiyet’in korsanda en çok aranılan ve izlenen filmler olduğunu söylerlerdi. İnanmazdım... Bu sayede yıllar geçti ve sonunda korsan sayesinde halkım beni de keşfetti.” 2012 yılında gerçekleştirilen 31. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Yeraltı filmi ile Altın Lale Yılın En İyi Yönetmeni ödülünün yanı sıra Radikal Gazetesi Halk Ödülü’nü de kazanan Zeki Demirkubuz’un bu sözlerinin, Serhat Karaaslan’ın beşinci kısa metrajı Musa’ya (2012) ilham vermiş olabileceğini düşünmek için pek çok sebep sıralayabiliriz. Hayatını korsan DVD satarak kazanan Musa’nın bir gün tezgâhına gelen ve eli Kader filmine uzanan müşteri, filmi izlememesine rağmen tavsiye eden Musa’ya “Nereden biliyorsun güzel olduğunu?” diye sorar. Musa cevap verir: “Bende bu film gidiyor, çok fazla soran oluyor, millet çok alıyor bu filmi abi. Çok güzel bir filmdir.” Bunun üzerine filmin kendisinin olduğunu söyleyen müşterinin Musa’nın ilk düşündüğü gibi oyuncu ya da hemen sonrasında korktuğu gibi polis değil, yönetmen Zeki Demirkubuz olduğu ortaya çıkar. Ve filmdeki Zeki Demirkubuz Musa’ya, Yeraltı’nı düşündürecek şekilde, iki ay sonra Ankara’da çekimleri başlayacak yeni filminde bir rol teklif eder. Neticede Musa filminin Demirkubuz’u filmi için Ankara’ya Musa’yı değil, Cihangir’deki oyuncular kahvesinin çaycısının oğlunu götürür ve Musa Demirkubuz’un “korsancı arkadaşlarından” biri olmaz. Ama yönetmenin filmlerinin “keşfedilmesinin” anahtarlarından biri, bir kültürel aracı olarak betimlenmesi ile güncel Türkiye sinemasının en derinlikli çizilmiş korsan satıcı portrelerinden birine dönüşür.

Bu çok bilinçli ya da sinefil olmayan ama popüler filmlerin yanında arthouse da öneren, anaakım dışında kalan filmlerin de satılmasına aracılık eden seyyar korsan tiplemesi, Musa’dan iki yıl önce, metraj, tür, yapım ve izleyici özellikleri açısından Musa ile taban tabana zıt olarak nitelendirilebilecek bir filmde, Recep İvedik 3’te de karşımıza çıkar. Serinin bu filminde korsan satıcı Osman, yerli film isteyen Recep’e ilk olarak Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun filmini önerir. Recep Nuri Bilge Ceylan’ı çok sevdiğini söyler. Osman Uzak filmini bilmiyormuş gibi göründüğünde ise Recep’in yine korsandan izlemiş olduğu filmin ne kadar iyi olduğunu anlatmak için kullandığı ifadeler, Türkiye’de adı yavaş sinema estetiği ile özdeşleşmiş yönetmenin üslubu ile dalga geçme niteliği de taşır: “Önceki filmi var ya Uzak, onu izledim koydum, adam yürümeye başladı, yürümesinden bıraktım, gittim elektriği, suyu yatırdım, her şeyi temizledim geldim, adam hâlâ yürüyor. O kadar güzel film yani”. Fakat bu sahnenin sonunda yaptığı bir hamle Recep’i korsanda arthouse’u popülere tercih eden bir izleyici olarak yorumlayabilmemizin önünü açar. Sadece oynatıcıya takıp geri getireceği için Üç Maymun ve Issız Adam VCD’lerine para vermeyi reddeden Recep, ödemeyi almak konusunda ısrarcı olan Osman’a sinirlenir ve “Korsana hayır!” sloganı ile bitirdiği bağırışı sırasında “al” diye sokağa fırlattığı VCD Issız Adam filmininki olurken, Recep bilinçli gibi görünen bir hareket ile eve Üç Maymun filmini götürmüş olur. Elbette Recep’in bu davranış ve sözlerine dair daha az spekülatif bir yorum, filmin bu sahnede kendisi üzerine düşünmüş olduğu ve serinin bir önceki filmi gibi yine gişede olduğu kadar korsanda da izlenecek filme korsana dair bir sahne koyarak, yani bir nevi korsan içinde korsan yaratarak, ikircikli bir mesaj vermek istediği yönünde olabilir.

Çakallarla Dans 2: Hastasıyız Dede’nin (2012) bir sahnesinde, serinin yönetmeni Murat Şeker’i kendisi olarak, yine kendi yönettiği Aşk Tutulması filminin korsan DVD’sini satan bir satıcıyı polise şikâyet ederken görürüz. Böylelikle; Musa’da olduğu gibi “Bu benim filmim” repliğinin geçtiği Çakallarla Dans 2: Hastasıyız Dede, Musa’dan farklı olarak korsanlığa yalnızca “emek hırsızlığı” boyutu ile yaklaşmış olur. Bir sahnesinde yine gerçek bir kişiyi, kendisi olarak oyuncu Erkan Can’ı gördüğümüz Koğuş Akademisi (2013) filminde ise durum oldukça farklıdır. Tezgâhı polislerden önce aktör Erkan Can tarafından ziyaret edilen korsan satıcı Settar, ilkin kendi rol aldığı Gemide filmini soran Erkan Can’a “Abi, o çok sevdiğimiz bir abimizin filmi, biz onun korsanına girmedik” der. Böylelikle Koğuş Akademisi, arthouse sevdiren satıcıdan sonra bize Türkiye sinemasının ikinci korsan prototipini vermiş olur: Belli tip yerli üretimleri destekleyen etik satıcı. 

Ulusal film endüstrisinin geleceği konusunda kaygıları olan bu “etik sinefil” korsancı tipini, Koğuş Akademisi’nden bir yıl sonra, Pek Yakında (2014) filmi ile Cem Yılmaz yeniden üretir. Fakat Yılmaz’ı korsana dair bir anlatı içinde gördüğümüz ilk iş bir sinema filmi değil, bir televizyon dizisi olur. Gülse Birsel’in yarattığı çok izlenen durum komedisi Avrupa Yakası’nın final bölümünde kendisini oynayan Cem Yılmaz, A.R.O.G. filminin korsan kopyası üzerine imzasını isteyen dizinin önemli karakterlerinden Burhan Altıntop ile “emek hırsızlığı” etrafında dönen bir kavgaya tutuşur. Daha sonra da, 2013 yılında filme çekilerek vizyona giren tek kişilik gösterisi CM101MMXI Fundamentals’ın tanıtım filmlerinden birinde korsan satıcı rolünü üstlenir. Fakat “Korsandan önce sinemalarda” sloganı ile sonlanan bu tanıtım filminde, fazla sayıda Nuri Bilge Ceylan DVD’si satmakla, dolayısıyla yönetmenin yeteneğini önceden görüp onu tanıtmakla övünen bu “korsancı”, Cem Yılmaz’ın 2014’te Pek Yakında filminde hayat vereceği korsan satıcı Zafer’den oldukça farklıdır.

“Filmci Zafer” olarak tanınan Pek Yakında’nın ana karakteri Zafer, aileden sinemacıdır. Babası yer göstericidir, kendisi de figüranlık yaptıktan sonra korsan işine girmiştir ve Koğuş Akademisi’nin Settar’ı gibi “meslek icabı” izlemediği film yoktur. Zafer’in hüsranla biten oyunculuk macerası ile açılan Pek Yakında, ikinci sahnesinde izleyiciyi korsanın mutfağına, bir korsan üretim deposuna götürür. Bir kebapçının alt katında gizlenen, afişlerle bezeli duvarları arasına gerili iplerde yeni basılan DVD kapaklarının kuruduğu, çok sayıda kişinin kulaklıklarla bilgisayar başında hummalı bir çalışma yürüttüğü bu depoda “emektar” satıcı Zafer, evliliğini kurtarmak umuduyla, mesleğe veda etmeye hazırlanmaktadır. Etrafındaki kimi Kore sinemasında, kimi “az diyaloglu İran filmlerinde”, kimi de Sundance, Tribeca gibi festival seçkilerinde uzmanlaşmış gençlere son talimatlarını verir: “Ben bu meslekte çok film izledim, çok şey öğrendim. Siz de güzel filmler izletin millete, tamam mı? Öğrenciye, filmciye destek atın. Ara sıra veresiye yapın. Ulan dünya sinemasını biz sevdirmedik mi? Bir dakika... Ama Brokeback Mountain’ı da ‘İbne Kovboylar’ olarak çevirmeyin!” Zafer’in bu sözleri aracılığıyla Pek Yakında; yerli film kopyalamamak, az parası olan ile sektör mensubunu kayırmak ve çevirileri aslına uygun yapmak gibi etik kurallara özen göstermek koşuluyla anaakım dışındaki dünya sineması ile izleyici arasında köprü vazifesi görebilen, farklı sinemaları daha geniş kitlelere tanıtma işlevi olan bir korsan tanımı önerir.

Koğuş Akademisi ve Pek Yakında gibi ana karakterlerinden biri korsan satıcı olan Gelecek Uzun Sürer (Özcan Alper, 2011), andığımız popüler komedilerden politik bir auteur filmi, bir arthouse örneği olarak ayrılarak bahsi geçen uzun metrajlar arasında istisnai bir yerde durur. Koğuş Akademisi’nin Settar’ı hangi müşteriye hangi filmi nasıl satacağını, Pek Yakında’nın Zafer’i ise hangi filmin hangi mahallede kaç kopya gideceğini bildikleri için işlerinde başarılı “korsancılar” olup paralel dağıtım ağlarını kurmuşken, Ahmet dünya sinemasının ve özellikle de belli bir sinema mirasının Diyarbakır’daki adeta tek dağıtımcısıdır. “Filmci Zafer”i andıran biçimde Ahmet de “CİNAMED” olarak tanınmakta ve Diyarbakır Sinematek temsilcisi olarak tanıtılmaktadır. Çayhanede düzenli toplu gösterimler düzenlediği gibi yakın çevresine de, kimi zaman zulüm olarak algılanacak ölçüde kendi zevki doğrultusunda filmler izleten bir kültürel aracıdır.

Vizyonda ve korsanda başarılar... 

Sonuç olarak; saydığım biri kısa metraj, dördü anaakım komedi altı filmden hiçbiri özel olarak vizyon problemleri, pazarın çok sayıda filmi erişilemez kılan tekelci yapısı, sansür vakaları ya da AVM’leşen seyir deneyiminden yola çıkmaz. Fakat Çakallarla Dans 2: Hastasıyız Dede hariç hepsi korsanın şu ya da bu sebeple ulaşılabilir olmayan bir üretimin seyirciyle buluşmasındaki aracılık rolünü tanır ve korsanı endüstri üzerine düşünmenin bir aracı olarak kullanır. Bu filmlerin senarist ve yönetmenleri yarattıkları korsan satıcı karakterler dolayımıyla adeta, kendilerini maddi kayba uğratan ama belli ölçüde yasal mecralarda ulaşamadıkları seyircilerle de buluşturan gölge dağıtım ağıyla beraber yürüyebilmenin yollarını araştırıyor gibidir. Bu noktada yerli film konusu korsan ile oturulan pazarlığın yüzlerinden biri olarak öne çıkar.

“Ulan bende bir el vardı, çuvaldan blockbuster’ı seçerdim, çuvaldan bak” diyerek elini attığı DVD öbeğinden bir film çıkarır Pek Yakında’nın Zafer’i. Seçtiği filmin Zeki Demirkubuz’un Kader’i olması üzerine “Olmadı abi” diyen gence Zafer’in cevabı şu olur: “Ne olmadı lan, gönüllerin blockbuster’ı işte. Bunu yapanı bul bana.”

Hayat’a da önce gönüllerde ve vizyonda, sonra da korsanda başarılar...