Bir varmış, bir yokmuş... Birleşik Krallığın başındaki sert ve haşin kralın (V. George) iki oğlu varmış.

Bir varmış, bir yokmuş... Birleşik Krallığın başındaki sert ve haşin kralın (V. George) iki oğlu varmış. Babası oğlanlardan büyük olan Edward’ı kayırır, kral olacağı için el üstünde tutarmış. Zavallı küçük prens Bertie ( VI. George) ise, zalim dadısının işkencelerinden çok çektiği için hep ağlar, bu yüzden de hep odasına gönderilir ve babasının olası ilgisinden mahrum kalırmış. Küçük prens bir de üstüne üstlük solakmış. Solaklık o zamanlar, kötü bir şey olarak görülür ve solak çocuklar sağ ellerini kullanmaya zorlanırlarmış. Küçük prens babasının, abisinin, dadısının, kısacası bütün saray ahalisinin baskısı karşısında konuşamaz olmuş. İçinden ya küfretmek ya da susmak geliyormuş. Konuştuğu zaman ise fena halde kekeliyormuş. Kimilerine göre ise bu kötü bir cadının yaptığı büyüden dolayıymış.
Prensin büyüyünce evlendiği eşi, büyüyse, büyüyü bozacak ya da hastalıksa, hastalığı tedavi edecek birini bulmuş sonunda. Avustralyalı, Lionel Logue adlı bir tiyatro oyuncusu, I. Dünya Savaşı’ndan ruhsal yaralarla dönen askerlerin bastırdıkları duygularını ifade etmelerine yardımcı olarak konuşma terapisi konusunda pey deneyim kazanmışmış . Şimdi de bu deneyiminden yararlanarak, sıradan hastaları iyileştiriyormuş. Tabii ki bir prens sıradan bir hasta değilmiş. Büyük prens Edward babasının ölümünün ardından kral olmuş ama Edward’ın bir krala yakışmayan davranışları varmış.  Yeşilden, doğadan pek hoşlanmaz, içki içer ama en korkuncu evli kadınlarla zina yaparmış!
Bu kadar masal yeter. Zoraki Kral filmi bir masal değil ama bir masaldan daha incelikli de değil. Yukarda anlattıklarım, tabii ki daha gerçekçi bir tonda anlatılıyor ama sadece görece. Yoksa, Büyük Bunalım’ın ve II. Dünya Savaşı’nın eşiğindeki yıllar çok daha sert bir öykü çağırıyor. Ama kraliyetin, bu sertliğin ne kadar farkında olduğu da başka konu elbette.  Sadece politik ortam değil filmde kaba çizgilerle geçiştirilen:  Kekeme Kral George’un ruh hali de aynı şekilde temel öğeleriyle veriliyor.
Geçen haftanın Oscar adayı  filmi “Dövüşçü” gibi, “Zoraki Kral” da başarılı  olması beklenmemiş, abisinin gölgesinde kalmış, iddialı  olmayı beceremeyen ve kendi sesini edinememiş küçük bir erkek kardeşin öyküsünü anlatıyor. Bu iki küçük erkek kardeş de kariyerlerinde gelebilecekleri en yüksek noktaya ulaşıyorlar. Biri kral oluyor, diğeri dünya şampiyonu. Kral olmak biraz koşulların getirdiği bir şey, şampiyon olmak ise bileğinin gücüyle elde ediliyor tamamıyla. Ama iki kahraman da kendi adlarına konuşmakta güçlük çekiyorlar. Hayatta aşılması en zor engeller arasında abinin, babanın gölgesinden çıkıp, kendin olabilmek de sayılmalı. Bu iki film bunu anlatıyor bize en çok… 
Edward aşık olduğu kadın evli olduğu için krallıktan romantik bir şekilde feragat edince küçük prens Bertie, VI. George olarak tahta geçiyor. Edward’ın romantizmi iki açıdan dünyanın yararına oluyor. Birincisi, kraliyetin aptal, muhafazakâr kurallarına bir başkaldırı içerdiği için ama daha da önemlisi Edward ve sevgilisi Wallis Nazi sempatizanları oldukları için. Birleşik Krallığın başında bir Nazi sempatizanının olmaması dünya için çok hayırlı olmuş. Film bu durumdan da söz etmiyor. Kısacası karşımızda hafif ve geniş kitlelere hitap etmesi hesaplanmış bir film var. Oyunculukları da buna göre bu filmin. Ne Colin Firth ne de Geoffrey Rush aman aman bir performans sergilemiyorlar. Ama Firth’ün Oscar alacağı kesin, o başka. Bir kraliyet güzellemesine ne kadar ihtiyacımız olduğu da meşru bir soru olarak duruyor.
 
YEŞİL YABAN ARISI
Sevimsiz kahraman

Michel Gondry’nin bir süper kahraman filmi çevirmesi beklenen bir şey değildi. Ama tabii ki karşımızda oldukça farklı bir süper kahraman filmi var. Britt Reid (Seth Rogen) zengin bir gazete patronunun (Tom Wilkinson) babasından nefret eden oğlu. Babası bir yaban arısı tarafından sokulup ölünce, Britt kendini birden gazete patronu konumunda bulur. Babasının elemanlarından Çinli Kato’nun (Jay Chou) yardımıyla kendisine “suçlu kılığında suçla mücadele eden” bir kahraman tipi yaratır. Britt bütün film boyunca sevimsizliği elden bırakmaz. Sekreterine (Cameron Diaz) sarkar, kendisinden çok daha yetenekli olan Kato’yla rekabete girer ve parasının gücünü sürekli sadık elemanının gözüne sokar vs. Sonuçta her şey yoluna girecek, hatta Britt babasında yaşarken görmediği erdemleri keşfedecektir. Filmin yaymaya çalıştığı, gazetelerin politik hayatı değiştirme kapasitesine inanç bu çağa ait değil, 70’lerde kaldı. Kato tiplemesiyle “Karanlıkta Bir Çığlık” ve Pembe Panter filmlerine selam çakan Yeşil Yaban Arısı ciddiye almadan seyredilebilen ve kalıcı bir etkisi olmayan bir film.
 

127 SAAT
Çocuklar, sosyalleşin!

Genç bir adam bir sabah,  annesinin telefonuna bile cevap vermeden evinden çıkar, cipine atlar ve Utah’ın kanyonlar ve vadilerle dolu vahşi doğasına kendini atar. Kimsenin Aaron’un nereye gittiğinden haberi yoktur. Aaron bisikletini özgürce sürer, sonra trekking yapmaya başlar. Yolunu kaybetmiş iki genç kıza rastlar, onlarla güzel vakit geçirir, saklı bir gölde yüzer ve sonra tekrar yalnız başına yoluna devam eder ve sonra başına bir kaza gelir. Bir yarığa düşer. Onla birlikte düşen bir kaya Aaron’un kolunu duvara sıkıştırır. Aaron kısıtlı su ve yiyecekle kimsenin kendisini görmeyeceği ve duyamayacağı bir kapana kısılmıştır. Kimse nereye gittiğini de bilmiyordur zaten. Filme adını veren “127 Saat” işte Aaron’un bu kapanda geçirdiği süreye işaret ediyor.
Film yaşanmış bir öyküye dayanıyor. Dolayısıyla filmin nasıl bittiği de bilinen bir şey. Aaron uyduruk bir çakıyla kemiğini kırıyor, kolunu kesiyor ve kendini kısılıp kaldığı yarıktan kurtarıyor. Her babayiğidin harcı değil! Böylesine kısıtlı bir mekanda, sonu bilinen bir öyküyü merakla izlettirmek de her babayiğidin harcı değil ve Danny Boyle bu açıdan becerikli bir yönetim sergiliyor. Fakat film, daha fazla bir şey söylemiyor. Aaron niye böyle biri olmuştur, neden bu kadar yalnızdır, ne ispat etmeye çalışmaktadır ve nasıl bu kadar güçlü bir iradeye sahiptir? Ayrıca Aaron nasıl bu kadar az acı çeker ve hiç bayılmaz? Filmin bütün söylediği, “siz, siz olun sevdiklerinizi ihmal etmeyin!”den ibaret. Benim bu mesajla bir sorunum yok ama bu şekilde sunulmasıyla var. Filmin sonunda bu mesaj neredeyse bir ders gibi sunuluyor seyirciye. Ama belki de Danny Boyle dalgasını geçmiştir, onu bilemiyorum.


ÇALGI ÇENGİ
Düğün çalgıcıları

Çalgı Çengi bize Ankaralı teyzeoğlu iki düğün müzisyenini tanıtıyor. Bağcılar- Güneşli hattında sünnetlerden, düğünlere koşan bu iki ezik teyzeoğlu bir gün Tarkan gibi yırtmanın hayalini kurarken, mesleklerinde ilerlemek bir yana battıkça batmaktadırlar aslında. Bir de başları durup dururken mafya ile belaya girer günün birinde. “Çalgı Çengi”nin konusu kayda değmez, açıkçası. Filmin kurgusu (özellikle yoğun kullanılan flash forward’ları) bazen aksıyor, mafya babasının tiyatrocu diksiyonuyla konuşması kulak tırmalıyor, falan. Ama Murat Cemcir ve Ahmet Kural’ın canlandırdığı müzisyen yeğenler hiç de görmezden gelinecek karakterler değiller. Film varoşların bu kaybetmeye mahkum, yoksul, sosyal güvencelerden yoksun iki sanatçısına sempati ve empatiyle yaklaşıyor ve açıkçası onları bize sevdirmeyi başarıyor. Eni konu dokunaklı bir film Çalgı Çengi, komediye yaslanmasına rağmen. Çok değil ama güldürüyor da film. Ben seyrettiğime memnunum Çalgı Çengi’yi. Yönetmen –senarist Selçuk Aydemir diyalog yazmada özellikle başarılı, iki başrol oyuncusunu tanımaktan da memnunum.