İlk kez Diyarbakır’da konuşma yaptım, Yılmaz Güney ve Kürt Sineması hakkında. Diyarbakır’a gittiğimde bir süre sonra hemen aklıma Tansu Çiller gelmeye başladı...

İlk kez Diyarbakır’da konuşma yaptım, Yılmaz Güney ve Kürt Sineması hakkında. Diyarbakır’a gittiğimde bir süre sonra hemen aklıma Tansu Çiller gelmeye başladı, malumunuz Meclisteki konuşmasında “orası” demişti de uygun bir ad bulamamıştı.

Gerçekten öyleydi, orası bir başka yer, siz kültür merkezinin bahçesinde konuşurken üstünüzden savaş uçakları geçebilir ya da siz panelin ortasındayken çevirmeniniz yabancı konukların gözaltına alınması nedeniyle ortasında bırakıp gidebilir, dinleyicilerinizin önemli bir bölümü Açlık Grevleri ile ilgili eyleme gidebilir, normaldir bunlar.

Hatta sinematografisi bile başka: Kültür Merkezinin bahçesinde basın açıklaması yapılıyor, karşıda dört kamera bunları çekiyor, üçü gazeteci, onlar basın açıklamasını kaydediyorlar, biri ise bir eli cebinde, üstünde mont, olup bitenlerle ve söylenilenlerle hiçbir duygusal bağı yok, tek eliyle küçük bir kamerayla kaydediyor, daha açıklama sırasında tecrübeli arkadaşımız söylüyor; sivil o.

Ödül töreni oluyor, bitiyor, saat 10 olmuş, karanlık, Kültür Merkezinin önünde servisler kalkıyor otellere, ama 7-8 metre ötenizde birisi sizi seyrediyor: “Bari bizimle akşam yemeğine gelseydin”.

İnsan görüyor, Diyarbakır işte Tansu Çiller’in “Orası” dediği yerin,  oradakilerce başkenti, Film Festivali yapılıyor, daha başından itibaren bir tartışma yapılıyor, insanların yüzlerinde derin bir hüzün, Açlık Grevi devam ederken Film Festivali yapılabilir mi?

Katılım nispeten düşük, ama bakmayın siz düşük dediğime, tartışma ve panellere gerçek bir ilgi var, öyle ki İstanbul Film Festivalinde böylesine katılım hiçbir zaman olmamıştı ki…

Zeki Demirkubuz’da katıldı festivale, salon tıka basa dolu, merdivenlere oturmuş insanlar, hatta o kadar dolu ki kapılar bile kapatılamıyor, herkes şaşkın, çok canlı geçiyor filmin tartışılması. Bana şaşırtıcı gelmiyor, çünkü hayatımız gerçekten Yeraltı’nda yaşanıyor.

Yılmaz Güney paneli başlıyor, konuşuyoruz, sonra tartışma bölümüne geçiyoruz, ilginç sorular gelmiyor ne yazık ki çünkü sorular aynı İstanbul’un soruları, ama konuşurken ve dinleyicilerin birbirlerine baktıklarını görüyorum, dikkatimi çekiyor. Sonra işin aslı anlaşılıyor, insanlar asıl sorularını panelin sonrasına saklamışlar, bahçeye, diyorum ki içeride niye sormadınız? Çünkü çok saçma sorular sordular hocam.

İşin gerçeği Diyarbakır politik bir ilimiz, tamam, ama aynı zamanda baskıyla orantılı olarak siyasetten, ideolojiden bilinçli olarak uzak duranlar da var, Boşuna Bahoz’da tırşık denmiyordu.

Şimdi çok kritik iki soruya değinmek istiyorum, yanıtlarını daha sonra tartışacağım, ama soruların formüle edilmesi bile önemli:

Yılmaz Güney bir Kürt sinemacısı mıdır? Nasıl bir miras bırakmıştır Kürt Sinemasına?

Günümüzde Yılmaz Güney’in sinemadaki temsilcileri kimler olabilir?

DİYARBAKIRLI BİR HEVALin Sorusu üzerine.. 

Yılmaz Güney Diyarbakır'da çok sık eleştiriliyor, neden Kürt Sineması için de çalışmadı diye?
Yılmaz Güney'in bir Kürt sinemacısı olduğunu,

Hayatı boyunca Anadolu Halklarının ortak devrimine inandığı,

Bu devrim içinde yalnızca Anadolu değil, Suriye, Irak ve İran'daki devrimci hareketlerin katılması, yani bir bölge devrimine inandığı,

Halk devriminin ise sınıfsal karakterli olması (Yılmaz Güney topraksız bir ailenin oğluydu, Zavallılar'da şöyle bir diyalog geçer, 9-10 yaşlarındaki bir çocuğu sübyan koğuşunda avukat sorar, senin ilk suçun neydi? "İlk suçumuz yoksul olmaktı")

Toplumların tarihleriyle mutlaka yüzleşmesinden yana olduğu, 

Devrimci Şiddet diye başlayan anlayışın çoğu kere kısır bir uygulamaya dönüşüp devrimci katliamına yol açtığına (bilmeyenler için diyorum, bu nedenle yazdığı yazıdan dolayı ceza almıştır),

Halkın kültüründen, tarihinden, geleneklerinden anlamayan, buna karşılık Enternasyonal deyince ilk önce onun Fransızcası aklına gelen devrimcilerin devrimci kavrayıştan yoksun olduğuna,

Devrimci sanata yalnızca burjuvaziden değil kendine devrimci diyenlerin dar anlayışından, sanatı bir emir kipiyle niteleyip onu tahakküm anlayışını dayatan solunda ne halkı anladığına, ne de halk üzerinde bu filmlerin nasıl etkiler bıraktığından haberdar olduğuna,

Devrim Sanat ilişkisinde ne sanatın devrim mücadelesinden koparılabileceğine, ne de Devrimci mücadelenin devrimci sanat olmaksızın verilebileceğine inanmamıştır, ayrıca Devrimin sokakta yapılabileceğine, sanatın bu mücadeleye bilinç, ahlak, derinlik veren ve insanların ise başta emperyalist kültür olmak üzere, ülkemizde de yoz kültüre karşı bir direniş odağı olmasının ne kadar önemli olduğuna, 

Hem Üçüncü Dünya ülkelerindeki sosyalist mücadelelerin hem de bu ülkelerdeki devrimci sanatçıların kardeşleri olarak görülmesi gerektiğine,

Çözülememiş bir ulusal sorunun, ancak ve ancak sosyalist bir devrimi içerecek şekilde birleşik olarak, yani azgelişmişliğin ve halkların yoksulluğuna da bir alternatifi içinde taşıyarak yeni bir üretim tarzı içinde aşılabileceğine, 

Feodalizmin kalıntılarından, onun yozlaşmış bir şekilde devamı olan kapitalist unsurların yeni kültürel, töresel, ahlaki yoz ilişkilerinin devrimci mücadele ve kültür tarafından alaşağı edilmesine, 
inanmış birisiydi,

Yılmaz Güney'in yalnızca bir Kürt Sinemacısı olduğu değil, aynı zamanda devrimci bir sanatçı olduğunu hiç kimse tartışamaz, bunlar açık şeylerdir, Kürtler de tartışamaz,

Ama sanatının başarısı, siyasal tavırlarının doğruluğu, mücadelesinde ne kadar başarılı olduğu, militanlığı, estetik anlayışı... bunların hepsi tartışılabilir, hatta tartışılıp oradan, yani ortak tarihimizden dersler çıkarılması iyi olur.

Yiğidi öldür ama hakkını yeme, bu tartışmanın şöyle bir hali oluyor kimi zaman, gerçekliği reddetme ve olgulardan beslenmek yerine kendi hayal dünyasından ve geçmişteki somut durumun somut tahliline dayanmayan hayali koşullar yaratıp geçmişte olmayan seçenekler yaratıp şunu bunu neden yapmadı diyen bir yaklaşım, bırakın bilimsel olmayı dürüst de değildir aynı zamanda.