‘Küçük Papatyalar’ sinema tarihinin kilometre taşlarından. Böylesine cesur ve tabu yıkıcı filmi hatırlamak için belki de hiç bu kadar doğru bir zaman olmamıştı

Günümüzde sinema artık çok hızlı. Hem anlatım biçimleri hem de film endüstrisi bu hızın içinde kaybolmuş durumda. Hızlı tempolu dinamik bir kurgu pek çok film için artık bir standart; filmlerde plan başına düşen ortalama süre her geçen gün azalıyor. Bu anlatım tarzı, içerikle ne kadar uyumlu olup olmadığından bağımsız şekilde bir standarda dönüşüyor. Film üretim hızı ise inanılmaz boyutlarda. Sevdiğimiz bir filmin sahneleri daha hafızamızdayken, bir bakıyoruz ki devam filminin devam filmi gösterime girmiş oluyor. Majör stüdyolar iyi olan her şeyi bir seri üretim makinesine dönüştürmüş durumda. Film festivallerine yapılan başvuru sayılarından biliyoruz ki bağımsız sinema da (dijital teknoloji sağ olsun) üretim açısından en verimli dönemini yaşıyor. Bu kadar çok filmin üretildiği bir ortamda ise anlatım biçimleri daha da standartlaşıyor, birbirine daha çok benzemeye başlıyor. Yönetmenler kalıpların dışında düşünmeyi unutmaya başlıyor. Sıradışı ve yaratıcı örnekler, ezber-bozan ve tüm klişelere meydan okuyan yapımlar azalıyor. Referanslar ve izlenen ayak izleri hep aynı popüler klasikleri işaret ediyor. Sözde her sene pek çok 5 yıldızlık başyapıt çıkıyor ama bir sene sonra bunların adını bile unutuyoruz. Halbuki belki 5 yıldızlık olmasa bile aykırı, yaratıcı ve kalıpların dışında düşünen filmleri hafızamızda tazeliğini daha iyi koruyor. Özellikle de sinemasal hikaye evrenleri hafızamızda diğer filmlere göre daha canlı kalabiliyor; Guy Maddin'in 'The Saddest Music in the World'u, David Lynch'in 'Inland Empire'ı, Gaspar Noe'nin 'Enter the Void'i, Leos Carax'ın 'Holy Motors'u gibi filmler 2000'lerden buna örnek gösterilebilir.

Biçim açısından aykırı filmleri düşündüğümüzde en iyi örneklerin genellikle -hiç tesadüf değil ki- içeriğine en uygun anlatım biçimini arayan yönetmenlerden çıktığını görüyoruz. Tam 2 yıl önce aramızdan ayrılan, Çek sinemasının öncü yönetmeni Vera Chytilová'nın 1966 tarihli kült klasiği 'Küçük Papatyalar'ı (Sedmikrásky / Daisies)bunların en iyi örneklerinden biri. Erkek egemen kodlara ve tüm anlatım konvansiyonlarına adeta nanik çeken bu film, belki sinema tarihindeki popüler Amerikan klasikleri kadar tanınmıyor. Fakat sinema tarihinde sahip olduğu yer ve önem tartışılamaz. Nitekim literatürün de es geçmediği ve sinema tarihi kitaplarının mutlaka yer verdiği filmlerden biri 'Küçük Papatyalar'. Tabu yıkıcı mı? Evet. Kural tanımaz mı? Evet. Fakat tüm bunları salt kuralları yıkmak amacından ziyade kendi içeriğine uygun olduğu için tercih eden bir film. Keza bir röportajında Vera Chytilová da şöyle diyordu: "Filmin biçimi gerçekten de kendi kavramsal temelinden türedi. Filmin konsepti yıkımdı ve biçim de böylelikle yıkıcı oldu." Aradan geçen yarım yüzyıla rağmen enerjisini ve ruhunu kaybetmeyen bir başyapıt olmasının sırrını belki de buna borçlu.

Kalıpların dışında düşünmek

50-yili-deviren-bir-basyapit-119983-1.

Aradan geçen 50 yıldan sonra, pek çok popüler klasiğin yerine bu radikal ve avangart filmi hatırlamak daha anlamlı olabilir. 'Küçük Papatyalar' dönemin alışılagelmiş hakim anlatım biçimlerinin -hatta alternatiflerinin de- öylesine dışına çıkıyordu ki, her kesimden birileri için rahatsız edici olmayı başarıyordu. Erkek egemen topluma saldırının pelikülde karşılığını arıyordu; tabulara adeta sinemasal olarak dil çıkartmak istiyor ve bunun biçimsel karşılığını uygulamaya çalışıyordu. Öncelikle filmin klasik anlamda bir hikâyesi ve dramatik yapısı yoktu. Devamlılık ilkeleri üzerinde oynanan oyunlar, deneysel kamera açıları, bol bol sıçramalı kurgu tercihi filmin iskeletini oluşturuyordu. Bunun üzerine renklendirme, boyama, pelikül üzerinde deformasyon gibi tekniklerden de faydalanıyordu. Renk paletindeki dinamizm, filmin temposunun sürücü koltuğundaydı. Mizansenin kontrolü ise kaos ve renk cümbüşündeydi. Ortaya ana akım seyircisi için hazmı zor, her açıdan uçlarda dolaşan bir film çıktığı kesindi. Ancak konseptinin sinemasal izdüşümünü bulmak için bir arayıştı bu ve başkarakterlerinin ruhunu perdeye son derece isabetli bir şekilde yansıtmayı başarıyordu. 'Küçük Papatyalar' kalıpların dışında düşünmeye dair yoğun bir egzersiz olarak görülebilir. Üstelik üzerinden geçen 50 seneye rağmen "yıkıcı" gücünü kaybetmediği kesin.