800’üncü cumartesi

Faruk EREN*

Cemil Kırbayır 12 Eylül 1980 faşist darbesinin hemen ardından, 13 Eylül 1980’de Kars’ta gözaltına alındı. Gözaltında olduğunu gören onlarca kişi vardı. Bir süre sonra ailesine Cemil’in gözaltından kaçtığı söylendi ve kendisinden bir daha haber alınamadı. Anne Berfo Kırbayır’ın oğlunu arayışı o günden başladı, ama daha kayıp annesi olduğunu bilmiyordu. Oğlunun adının 12 Eylül’ün gözaltında kaybettiği insanlar listesinin başında oğlunu da bilmiyordu (O liste daha yeni oluşturuluyordu).

Tıpkı annem Elmas Eren gibi… Abim Hayrettin Eren darbeden bir buçuk ay sonra 21 Kasım 1980’de gözaltına alındı. Süreci yeniden detaylarıyla anlatmayacağım ama tüm kayıp öykülerinde olduğu gibi gelişti her şey. Bizim öykümüzdeki farklılık annemin tanıklığıydı. Karagümrük Karakolu’na gittiğinde gözaltı defterinde abimin adını görmüş ve oradaki polisler tarafından Siyasi Şube denilen Gayrettepe’deki işkencehaneye yönlendirilmişti. Gayrettepe’deki Emniyet Müdürlüğü’nün bahçesinde abimin kullandığı babama ait otomobil duruyordu. Annemin ısrarlı sorularına, “Hayrettin Eren burada değil” yanıtı verildi. Yıllarca bu yanıtı alacak olan annem, daha kayıp annesi olduğunu bilmiyordu. Biz de kayıp yakını olduğumuzu… Cunta gözaltı süresini 90 güne çıkarmıştı. 90 gün sonra bir hapishaneye yollarlar diye düşünüyorduk.

Ne annem Berfo Kırbayır’ı tanıyordu ne Nurettin Yedigöl’ün adını duymuştuk. 70’li yıllarda Şili ve Arjantin’de de faşist darbeler olmuş ve orada muhaliflerin kaybedildiğini duymuştuk ama galiba daha Plazo de Mayo Anneleri’nden haberimiz yoktu.

Abimden tam iki yıl sonra 1982’nin kasım ayında ben de gözaltına alındım ve abimin kaybedildiği Siyasi Şube’ye götürüldüm. Anayasa oylaması vardı ve gözaltında yüzlerce devrimci vardı. O devrimcilerden biri TKP’li bir abiydi. Ağır işkenceler görüyor ama adını söylememecesine direniyordu. Biz oradayken öldürüldü. Kahverengi bir battaniye içinde arkadaşlarımızın önünden geçirildi cansız bedeni. Katledilen TKP’li abinin adının Mustafa Hayrullahoğlu olduğunu hapishanede öğrendim. Gözaltına alındığı kabul edilmiyor, cesedi ailesine verilmiyordu.1

Çıkarıldığım ilk mahkemede abimin gözaltına alındığını, ondan haber alamadığımızı söyledim, diğer mahkemelerde de. “Kayıp” sözcüğünü kullandım mı, hatırlamıyorum.


İlk olarak sanırım 1986 yılında haftalık Yeni Gündem dergisinde gözaltında kayıplar haber oldu. Kapak dosyasında Hayrettin Eren, Nurettin Yedigöl, Süleyman Cihan’ın öyküleri vardı. Gazeteci Kürşat İstanbullu’nun haberinden 12 Eylül’ün ilk yıllarında bu bildiğimiz isimlerden daha fazla insanın kaybedildiğini anlıyorduk. Ama daha ne Cemil Kırbayır’ı, ne Maksut Tepeli’yi biliyorduk. Veysel Güney’in idam edildiğini biliyorduk ama idam sehpasında kaybolduğunu bilmiyorduk. Aynı yıl İnsan Hakları Derneği (İHD) kuruldu. İHD’nin İstanbul Şubesi’nde Kayıplar Komisyonu oluşturuldu.

Artık ‘demokrasi’ye geçilmişti. Ama birden 12 Eylül’den daha fazla insan kaybedilmeye başlandı. Bir devlet politikası haline geldi gözaltında kaybetmeler.

Ülkenin her yanından İHD’ye kaybedilmiş insan ihbarları gelmeye başladı. Hüseyin Toraman, Fehim Tosun gibi evlerinin önünden kaçırılıyor ve kendilerinden bir daha haber alınamıyordu. Ya da birçok tanığı olan operasyonlarla gözaltına alınan insanların gözaltına alınmadığı iddia ediliyordu.

EN KRİTİK YIL: 1995

1995, gözaltında kayıplar ve gözaltında kayıplara karşı mücadelede en kritik yıl oldu. 1995 Şubat’ında polisin sürekli hedefinde olan Kürt aktivist Rıdvan Karakoç kayboldu. Aile başvurduğu tüm mercilerden olumsuz yanıt aldı.

21 Mart 1995’te genç sosyalist Hasan Ocak gözaltına alındı ve gözaltına alındığı inkâr edildi. Ocak’ın yoldaşları, ailesi büyük bir mücadele başlattı.

Evlatlarını arayan Ocak Ailesi, Beykoz Savcılığı’nın dosyaları arasında gözaltına alındığı inkâr edilen Rıdvan Karakoç’un cesedinin fotoğrafını gördü.

Karakoç, işkence ile öldürülmüş ve kimsesizler mezarlığına gömülmüştü. Bir süre sonra Ocak’ın da işkence izleriyle dolu cansız bedenine ulaşıldı.

Artık gözaltında kaybetmeler dayanılmaz bir hal almıştı ve bir grup insan hakları savunucusu, kayıp yakınları ile 27 Mayıs 1995’te Galatasaray Lisesi önünde oturma eylemi başlattı. Arjantin’de Plazo de Mayo Anneleri’nden esinlenerek başlatılmıştı bu eylem.

Her cumartesi öğlen saatlerinde İstiklal Caddesi’nden geçenler etrafı polislerle çevrilmiş, ellerinde fotoğraflarla yerde oturan bir grup insanı görüyordu ve her hafta katılanların sayısı daha da artıyordu. Tabii ki kaybedenler buna kayıtsız kalamazdı, şiddet başladı. Sessizce oturan insanlar dövülerek gözaltına alınmaya başlandı. Baskılara rağmen inatla süren eylem kamuoyunun dikkatini çekmeyi başarmıştı. Artık aydınlar, sanatçılar eyleme destek vermeye başlamıştı. Ama trajik olan hem eylemler sürerken yeni kayıpların olması hem de özellikle Kürt illerinde seslerini duyuramayan yıllar önce kaybedilmiş yakınları için Galatasaray Meydanı’na gelmesiydi.

Artık bu toprakların, hatta tüm dünyanın Cumartesi Anneleri vardı. Dünyanın ta öbür ucundan, Arjantin’de yoldaşları bile destek vermeye Galatasaray’a geldiler. Cumartesi Anneleri’nin tarihe geçeceklerini bilmiyorlardı daha. Öyle bir dertleri de yoktu. Sadece çocuklarının mezarlarını istiyorlardı. İlerlemiş yaşına rağmen Galatasaray’a gelen Berfo Kırbayır, “Cemil’imi istiyorum” diyordu. Emine Ocak, Baba Ocak oğullarının katledilmesine isyan ediyor ve başka kayıplar olmasın istiyordu. Hanım Tosun, çocuklarıyla birlikte oturuyordu gözünün önünde kaçırılan Fehim Tosun’un akıbetini öğrenmek için geliyordu. Elmas Eren yıllar önce kaybedilen sevgili oğlu gibi yüzlerce kişinin de kaybedildiğini görünce gözyaşlarına hâkim olamıyordu.

Cumartesi eylemleri başladıktan sonra 1996’da kaybedilen belediye işçisi İbrahim Şahin’in eşi Kiraz Şahin geldi mesela Galatasaray’a. Cumartesi Anneleri orada otururken bile insanlar kaybediliyordu. Zulüm sürüyordu. Bir süre sonra Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray’da toplanmasına izin verilmedi. Daha yolda giderken gözaltına alındılar. 90’ların sonu. Baskı tahammül ötesi bir hal alınca eyleme ara verildi. Ama Cumartesi Anneleri gözaltında kaybetmelerin bir devlet politikası olmasını engellediler.

HASIRALTI EDİLEN RAPOR

2000’lerin ortalarında Cumartesi Anneleri adalet arayışlarını yeniden Galatasaray’da sürdürmeye başladı. O dönem başbakan olan Tayyip Erdoğan bir televizyon programında “Cumartesi Anneleri kullanılıyor” dedi. Tepkiler üzerine Cumartesi Anneleri ile Dolmabahçe’de görüştü. Komisyon kurma sözü, sadece Cemil Kırbayır’ın kaybedilmesiyle ilgili tek kişilik komisyonla sonuçlandı. Ama bu tek kişilik komisyonun raporu bile hasıraltı edildi.

500’üncü, 600’üncü hafta gibi yıldönümleri inanılmaz kalabalıktı. 700’üncü hafta da daha kimse toplanamadan büyük bir şiddet uygulandı, ilk gidenler gözaltına alındı, sonra gidenlerin alana ulaşması engellenmeye çalışıldı. O günden bu yana Galatasaray, sadece Cumartesi Anneleri’ne değil, tüm ülkeye yasak. Bariyerlerle çevrilmiş alana kimsenin yaklaşmasına izin verilmiyor. Zırhlı araçları ve uzun namlulu silahlarıyla özel tim polisleri, “Oğlumun bir tek kemiğine razıyım” diyen annelerden koruyor zalimleri.

700’üncü haftadan sonra İçişleri Bakanı, “Bu kişiler Eminönü Meydanı’nda gezerken mi kayboldu” diyerek on yıllardır devletin güvenlik güçleri tarafından gözaltına alınan ve kendilerinden bir daha haber alınamayan insanların neden kaybedildiğini de açıklamış oldu.

HAKİKAT VE ADALET KAZANACAK

700’üncü haftadan sonra kayıp yakınları adalet arayışını İHD İstanbul Şubesi önünde sürdürdü. Dar sokaktaki her eylem kayıplar için adalet çağrısı ve bu çağrının mekânı olan Galatasaray Meydanı’nın kayıp yakınlarına açılması talebiyle bitti.

Eylemler Covid-19 salgını nedeniyle uzun süredir internet üzerinden sürüyor. Dün 800’üncü haftaydı. Bu salgın geçecek, kayıplar için adalet arayışı Galatasaray’da sürecek. Hakikat ve adalet kazanacak.

*Gazeteci 1980 yılında gözaltında kaybedilen Hayrettin Eren’in kardeşi

1 Uluslararası baskıların da etkisiyle bir süre sonra Mustafa Hayrullahoğlu’nun Kulaksız’daki kimsesizler mezarlığına gömüldüğü açıklandı.