2010 Avrupa Kültür Başkenti: İstanbul vesilesiyle görüşmeye gitmişim. Söz dönüp dolaşıp yeni Türkiye Sineması’na geliyor

2010 Avrupa Kültür Başkenti: İstanbul vesilesiyle görüşmeye gitmişim. Söz dönüp dolaşıp yeni Türkiye Sineması’na geliyor. Odada iki yetkili ve her biri bir şekilde para çıkartmaya çalışan insanlardan oluşan bir ekip var, gerçek şu ki ben kendimi onlardan hissetmiyorum. Ne pazarlamaya çalışıyorum ne de büyük hayallerim var, bir koyup beş almak hayalini ise ahlaki olarak kendime yediremiyorum, genel olarak o mekânı ve o konuşmaları gayrı-ahlaki olarak buluyorum.
Küçük bir oda zaten görüşme mekânı: yetkili şahıslardan birisi “dinsiz” diyor, kim diyor ki Yeni Sinema dinsiz diye soruyorum, konuşmayı düşünüyorum. Adam hiç çekinmeden ben diyorum diyor ve ardından ekliyor, zındık bir sinema bu. Bu düzeyde tartışmamak için susuyorum, dikkatimi 2010 Avrupa Kültür Başkenti tabelası çekiyor, parayı dağıtan, projeleri seçen, teslim alanlardan birisi “zındık sinema” nitelemesini yapan.
2010 Avrupa Kültür Başkenti için yapılan hiçbir projenin anlamlı bir eser üretemeyeceğini, nasıl oluyorsa, hepsi ölü doğmuş, ama gerçekten bir şey yapamayan ya da olanaklarla alakasız olarak bir sanatsal eser üretemeyecek insanların nasıl seçildiklerini de merak ediyorum, onların ise böylesine talepkar ve iştahlı kuruma hücum etmesini şaşkınlıkla izliyorum.
Ama ondan sonra olup bitenler daha çok dikkatimi çekmeye başlıyor.

KÜFÜR SİNEMASI
Son Kumsal belgeselinden başlamalı: Karadeniz’in kıyılarının nasıl yağmalandığını anlatıyor, gerçek mekânlara gidilmiş, bilirkişilerle konuşulmuş, yerli halkla konuşulmuş, uygulanan projeleri anlatan bir belgesel. Ev ödevini çok iyi yapmış ve önemli bir belgesel. Prömiyerini bir AKP belediyesi yapıyor. Komik ama prömiyerini yaptıkları filmi önceden seyretmiyorlar bile. Gösterim başladığında, para hırsından, doğa düşmanlığından başlayan film, belediyenin hoşuna gitmiyor, gösterimi yarıda kesiyorlar. Yönetmene hücum ediyorlar: Belediye Başkanı açıklama yapıyor, “sağ olsun film, benim oylarımı artırdı.”
Boğaziçi mezunu, 1994 yılından beri, yani Tayyip Erdoğan’ın seçilmesinden beri belediyenin Kültür İşlerinde çalışan birisiyle konuşuyorum. Çünkü o zamanlar Başlangıcından Bugüne Türkiye Sineması’nın İktisadi Tarihi adlı bir kitap üzerinde çalışıyorum, neden başta Tarık Zafer Tunaya olmak üzere, Türkiye’de belediyelerin sahip oldukları salonlarda özellikle yeni sinemanın sanat filmlerini desteklemek için, alternatif bir gösterim ağı oluşturulmuyor, örneğin buralarda zaten film gösterimleri yapılıyor. Üstelik her kentte merkezi noktalarda kurulmuş bu kültür merkezleri. Somut olarak konuşursak, hayvanlar arasındaki “aşkı” anlatan “Aşıklar” adlı film bile bu kültür merkezlerinde gösteriliyor da son yıllarda gösterime en kötü salonlarda ve en kötü zamanlarda çıkan sanat filmleri için en ideal zamanlarda kullanılmıyor diye soruyorum. Yanıtı kısa: “küfür sineması” diyor.
Yine 2010’dayım, Yeni Şafak sinema yazarı gelmiş, dert yanıyor: AKP bir kısa film yarışması düzenlemiş. Birinciye de 50 bin lira para ödülü kalmış, ileri demokrasi gibi, gelişen Türkiye konulu bir yarışma. Yazar anlatıyor, daha projenin başlangıç aşamasında kendisini yetkili üst düzey makamlardan aramışlar, jüri üyesi olur musun diye. O da kabul etmiş, ama para ödülünü duyunca, işin amatör ruhla alakası olmadığına, ilk başta düşündüğü sanata kültüre kaynak arayıp destekleyen yarışma düşüncesine uymadığına karar verdiği için, jüri üyeliğinden istifa etmeyi düşünüyormuş. Ama şimdi de eğer istifa edersem gazeteden de beni “uğurlarlar mı” diye çekiniyor, akıl danışıyor. 

CAMİYE DÖNÜŞEN KİLİSELER
2004 Yılından itibaren Antalya Film Festivali 2008’e kadar bir kabuk değiştirdi. Dört yıl sürdü, tarihimizde hiçbir festivalin görmediği şaşa Antalya’ya taşındı. Avrasya Film Festivali başlatıldı, ne hikmetse art arda Hollywood’un süprüntülerini getirdiler. Temel İçgüdü’nün yönetmenini başköşeye oturtmanın zevkini yaşadılar, herhalde onun sineması küfür sineması değilmiş. Ama nasıl bir şaşa, nasıl bir halktan kopukluk, nasıl bir particilik, nasıl bir alkol tüketimi, nasıl bir harcama; Zaten Engin Yiğitgil’in işi itinayla sen parayı ver, ben şaşanın alasını kurayımdır, hiçbir şeyin gerçekten değerini bilmez, ama itinayla kırmızı halı ve şaşa meraklısıdır. Pazar kuracağız dediler, film pazarı: dört yılda yalnızca şehir içi ulaşım için harcanan paranın yüzde 1’i bile film pazarında alınıp satılan filmlerin antlaşmalarındaki meblağdan daha fazlaydı. Kenti imar edeceğiz dediler, esnafı batırdılar, başladıkları projeleri yanlış yaptılar, yanlış yönlendirdiler, şimdi Antalya’nın trafiği altüst oldu.
Yıl 2008, Kars’tayız, memleketimdeyiz yani, son Altın Kaz Film Festivali, o zaman son olduğunu bilmiyorduk. Kenti gezdiriyorlar bize, şimdi ucube olduğu söylenilen heykel yapım aşamasında, gerçekten de temiz bir heykel, anlamlı bir konusu var, iyi yapılmış, kentin kültürüne de uygun. O sırada bize kentin kültürel dokusu hakkında bilgi veriyorlar, yabancı konuklar da var: hem Türkçe hem İngilizce anlatılıyor. İkisini de bildiğimden ikinci baskı da oluyor aynı anda, pür dikkat dinliyorum. Heykelin oradaki yamaçtan, Ermenilerden kalma 12 Havari Kilisesi görülüyor. Camiye dönüştürülmüş, yüzyılların kilisesi. Ama içinde mozaikler, kabartmalar varmış, cemaat rahatsız oluyor diye laminat parke ile kaplamışlar. Hemen yanı başında bir başka cami var zaten, çok daha büyük 12 Havari Kilisesi’nden üstelik.

KAMU KAYNAKLARININ EFENDİSİ SİYASİLER
Ardahan’da ise Ermenilerden ve Ruslardan kalma taş evleri yıkıyorlar, yüzlerce yıllık evleri, yerlerine kısa ömürlük anlamsız betonarmeler dikiliyor.
Daha gerilere gidildiğinde daha değişik şeylerle karşılaşıyoruz: ama gerçek şu, sanatçılarla siyasiler arasında bir dizi sürtüşme oluyor, ama halk aradan çekilmiş, siyasiler adam azarlayan pozisyonunda. Daha sonrasında yeni bir alan daha açılıyor: siyasiler ve belediyeler hakikaten kamu kaynaklarının efendisi olmuş, piyasadaki bütün yeteneksizler “onlara yaranma ve proje üretme çabasında”. Öyle ki Film Yönetmenleri Derneği’nin yönetim kurulu seçilirken, AKP ile işlerimizi yürütecek temsilci itinayla konuluyor.
Televizyonlardaki dizilerimiz hakkında itinayla ahlaki açıdan değerlendirmeler yapılıyor: aslında ahlaki açıdan yasaklar talep eden açıklamalar demeli. Zaten televizyonların büyük kısmı “yandaş olmuş”. Ama şunu çok daha açık söylemek istiyorum, gözlerimle gördüm çünkü: belgesel üretme meselesinde, en kifayetsiz, en konunun derinliğine bilgisine sahip olmayan kim varsa, onlar “yandaş kimlik kartı” ile dizi belgeseller yapıyorlar. Yaptıkları bir iki belgeselde uzmanlık alanımla ilgili benimle söyleşi yaptılar, bunların bir kısmı da yayınlandı. Ama yalnızca şunu söyleyeyim, çektikleri belgeselin konuları hakkında “cahiller”, araştırma yapmıyorlar, yaptıkları aslında gerçek anlamda belgesel değil. Otomatiğe bağlamışlar, DVD’yi ver paranı al. Kalite kontrol mekanizması yok gibi. Bir de işi açıkça yapıyorlar, gerek TRT için gerekse Bakanlık düzeyinde anlaşma tarihinde mutlaka bir DVD teslim ediyorsun, bu olmadı bitirince getireceğim diyorsun, artık o ne zaman olursa.
Mesut Uçakan’ın borcu varmış 250 bin lira. TRT ile görüşmüş, size bütün filmlerimin gösterim haklarını vereyim, şunları kapatın demiş. Adamlar kabul etmiş, zaten aslında filmlerinin piyasa değeri fazlasıyla ediyor. Anlaşmışlar, Uçakan’da bu borçtan nihayet kurtuldum demiş, İstanbul’a gelmiş, antlaşmaya çağırmışlar, bakmış rakam daha yüksek. Şaşırmış, üstü komisyon olarak birilerine verilecekmiş. Kabul etmemiş, geri dönmüş, bana bir milliyetçi muhafazakâr yemin ederek anlattı bu hikâyeyi.

ÜVEY EVLAT OLARAK TÜRKİYE’DE SANAT
Peki, AKP sanat hakkında ne düşünür? Bunun en kısa yanıtı şudur: sanat hakkında, sanat eserleri hakkında tek bir projesi ve sistematik yaklaşımı yoktur. Kendilerinden biri şanlansa, uluslar arası ün yapsa yere göğe sığdıramazlar, ama gelin görün ki öyle birisi yok. Olanları ise kendi projeleri için kullanmak için canla başla çalışıyorlar. Sanatçılarla yapılan toplantıların tek birisi bile bir fikir alma toplantısı değil, tek bir toplantıya bile sanatçıların sorunları, yasal istekleri, sosyal güvencelerini araştırıp bir çözümler tablosu sunmuyor, sanatçıların Türkiye değerlendirmeleri de arka planda kalıyor, onun yerine bazıları parayı verin şunu yapalım diye ahkâm kesiyorlar.
Ulusal Sinema Konseyinin yasa önerisi, yani yaklaşık 100 yıldır, Türkiye’de gerçek anlamda bir sinema yasası çıkarma çabası ise “ülkemizin önemli gündemleri” içinde kendine bir öncelik kazanamadı. Hiçbir zaman özerkliği kabul edemediler.
Bakanlık destekleri ise bütün sektör söylüyor “adamını bulunca olabilecek bir şey”.
Hakikat şudur, Türkiye’de sanat üvey evlattır, sanatçılar ise hadleri bildirilecek insanlardır, çoğu iktidara göre “zındıktır”. Halkımız içinse kültür/sanat denilen bir alan gerçek anlamda bir yabandır.
Türkiye’de insanlara kültür sanattan söz açınca aralarındaki tek kurumsal yapı olarak “televizyon” geliyor, toplu yalan üretim merkezi, AKP ise bu yalan üretim merkezini bütün mekânlara yaymak için LCD televizyon siparişlerini sürekli artırıyor. Acıdır ama bizi “ucube” olara görüyorlar.