Albüm Kritik: Florence and the Machine

Sonda söyleyeceğimi şimdiden belirteyim: Florence and the Machine kariyerinin en iyi günlerini yaşıyor. Yaz dönemini büyük festivallerin kapanış ismi olarak geçirmeleri onlar adına bir ilkti. Zira Florence and the Machine’e bu yolu yeni uzunçalar “How Big, How Blue, How Beautiful” açtı. Peki bunu nasıl başardılar? Sorunun cevabı içerikte yer alan 12 parçaya eşit olarak dağıtılmış. Island Records aracılığıyla çıkan albüm öyle sert ve flu kanallara ulaşıyor ki, hiç beklemediğiniz bir anda sıra dışı enstrümantasyon dalgaları sizi içine çekebiliyor. Temelde folk ve indie tonları var, ama hepsi bu değil. Londralı topluluk baştan sona pop’a da alternatif rock’ın ücra köşelerine de dokunuyor. Albümün girdabına adım adım sürüklenirken vokaldeki Florence Welch’in yüksek formuna çok şey borçluyuz. Welch, mikrofondaki varlığının ya da hikayeyi tek başına yönetmesinin ötesinde tarifi zor bir ruh katıyor şarkılara. Sadece bir şeyleri söylemiyor. O anları, arkasından güçlenerek çıktığı kompleks sound’un da desteğiyle bizzat yaşıyor. Tamam, bu çok yeni bir şey değil onun için. Ekibiyle birlikte yayımladığı ilk iki kayıtta da dikkat çeken naif detaylardı bunlar. Ancak bu defa o detaylar tam olarak merkezi oluşturuyor ve Isabella Summers ile diğer üyeler birkaç metre geriden vokali takip ederken, duyduklarımızın neredeyse tamamı Welch’in zihninde bütünleşiyor. Etrafta dönen güzelliklerin, yanıtsız acıların ve kaçınılmaz karmaşanın zarif bir özeti bu. ‘Ship to Wreck’ten ‘What Kind of Man’e, albümle aynı adlı şarkıdan kapanıştaki ‘As Far As I Could Get’e her seste iliklerimize kadar hissediyoruz bunu. John Lennon son röportajlarından birinde “Hayatın güzelliğini anlaman için bazen acı çekmelisin” der. “How Big, How Blue, How Beautiful”u dinlemek Lennon’ın bu sözünü hatırlattı bana.