Erdoğan’ın Biden’la, Trump benzeri yakın kişisel ilişkiler kurması olanaksız görünüyor. Çünkü yeni başkan diplomasiye, kurumsal ilişkilere önem veren bir anlayışı temsil ediyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ülkeyi Saray’dan idare eden, bürokratik teamülleri hiçe sayan bir tasarıma dayanıyor.

Ankara’nın kulağı Washington’da

Bugünlerde Ankara’nın kulağı kirişte. Heyecanla Washington’dan gelecek bir telefon bekleniyor. Eğer Biden, Erdoğan’ı ararsa konuşmanın içeriğine bakılmaksızın Cumhurbaşkanı’nın “dünya lideri” statüsünde bulunduğuna dair efsaneler tekrarlanmaya devam edecek. Favori Biden ise de, plase ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın mevkidaşı Çavuşoğlu’nun telefonunu çaldırması... Böyle bir arama dahi en azından Türkiye’nin önemsendiğinin göstergesi sayılacak. Aslında Biden ilk turda Kanada, Rusya, Almanya ve Fransa liderleriyle görüştü. Çin’le ise Blinken muhatap oldu ve dış politika sorumlusu Yang Jiechi’ye kendince “demokratik değerler” üzerine diskur çekti. Olası bir Blinken telefonu da, Saray’da hayal kırıklığı yaratsa bile “Çin’le aynı kalibrede” sayıldığımızın alameti diye pazarlanabilir.

ABD-Türkiye İlişkilerinde “Sıfırlama” Mümkün mü?

Bilindiği gibi son zamanların gözde kavramı “reset” yani “sıfırlama”… Son yıllarda iyice pürüzlü bir mecrada seyreden ABD-Türkiye ilişkilerinde de bir “sıfırlama” gereğinden çokça söz ediliyor. Ekonomisi tamamen dış kaynak girişlerine bağımlı olan Türkiye ekonomisinin yeni çalkantılarla yüz yüze gelmemesi için de Batı dünyası ile ilişkilerin onarılması gereksinimi kendini dayatıyor. Tayyip Erdoğan’ın “geleceğimizi Avrupa Birliği ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz” sözleri ve biraz gecikmeli de olsa Biden’a tebrik mesajı göndermesi, “Biden’la çay içmişliğimiz var” hatırlatması bu doğrultuda çabalar izlenimi veriyor.

Erdoğan’ın Biden’la, Trump benzeri yakın kişisel ilişkiler kurması, zırt pırt doğrudan diyalog içine girmesi olanaksız görünüyor. Çünkü yeni başkan diplomasiye, kurumsal ilişkilere önem veren bir anlayışı temsil ediyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ülkeyi Saray’dan idare eden, bürokratik teamülleri hiçe sayan bir tasarıma dayanıyor. Kariyerden yetişen diplomatlara dayalı; bilgi, görgü ve deneyimin belirleyici olduğu, muhafazakâr kültürde “monşer” diye etiketlenen Dışişleri Bakanlığı kadroları da Saray rejiminde büyük ölçüde devre dışı bırakılmış durumda. Bu anlamda bile Biden yönetimiyle uyum sorunları yaşanacak. Ancak asıl pürüzlü noktalar tarzdan çok Türkiye’nin son yıllarda izlediği dış politika hattına ilişkin.

Stratejik Özerkliğe veda mı?

ABD’nin küresel hegemonyasının gerilemesi, ideolojik ve politik etkisinin azalması, Irak ve Afganistan işgallerindeki başarısızlığı dünya kamuoyundaki prestijini de zayıflattı. Bir de bunun üzerine 2016’da Donald Trump’ın “çok taraflılığı” hiçe sayan “önce Amerika” anlayışı eklenince, Transatlantik İttifakı’ndaki Türkiye gibi ülkelerin manevra alanı genişledi. Bu ortamda Erdoğan (artık dünya basınında da Türkiye yerine özne olarak “şahsının” ismi zikrediliyor) Somali ve Katar’da askeri üsler açmak; Suriye, Irak, Libya, Azerbaycan ve Doğu Akdeniz’de yarı bağımsız inisiyatifler geliştirmek; Rusya, İran ve Çin’le çok katmanlı ilişkiler geliştirmek gibi açılımlara gitti. Bu durumu “stratejik özerklik” kavramıyla açıklamak tercih edildi.

Gelgelelim son dönemde Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde “overstrech”, fazla açılmak tabir edilen durumla malul olduğu görülüyor. BM görev güçleri kapsamındaki birlikleri bir yana bırakırsak, Türkiye’nin Libya’da, Irak’ta, Suriye’de iki cephede, Katar’da, Azerbaycan’da asker bulundurması kaynaklarını iyice zorluyor. Batı ittifakı ile köprüleri yeniden kurma çabasında, “bölge gücü” olma sevdasından geri adım atma eğilimi seziliyor.

Diğer yandan Cumhur İttifakı’nın iç politikada büyük ölçüde milliyetçi, fetihçi mitlere dayanması, Türkiye’nin önlenemez yükselişinin önünü kesmeye çalışan dış mihraklar hamasetinden beslenmesi bir ölçüde Erdoğan’ın manevra kabiliyetini daraltıyor. MHP’nin Soğuk Savaş’ta komünizme karşı mücadele üzerinde yükselen bir sicile sahip olduğu, Sovyetler Birliği husumetinin Amerikancılığına dayanak yapıldığı herkesin malumu. Ancak bugün MHP’nin “hassasiyetleri” büyük ölçüde Kürt karşıtlığı temelinde şekillendiği için, Avrupa ve Amerika’ya “Kürt muhibbi” gözüyle bakmaları nedeniyle Rusya ve Çin’e daha sıcak yaklaşıyorlar. Kırım ve Uygur Türkleri’ne ilişkin tarihsel bağlarını bile göz ardı ediyorlar. İttifakın Avrasyacı gönüllüleri de, yardakçılıklarını daha çok Mavi Vatan tezi temelinde, Doğu Akdeniz’de cengâverlik üzerinden meşrulaştırıyorlar.

AKP’nin “fabrika ayarları” diye tarif edilen 2010 öncesi döneminde TÜSİAD’dan sol liberallere, zaman zaman Kürt muhalefetine uzanan geniş bir yelpazeye dayalı AB’ci, Batı yanlısı bir müttefik tabanı vardı. O nedenle pragmatizmiyle maruf Erdoğan’ın Batıcılığına bugünkü konjonktürde “level atlatması” çok kolay olmayacak.

Üç Kategoride Sorun Alanları

Center For American Progress’ten Max Hoffman’ın ABD-Türkiye İlişkilerinde Parlama Noktaları 2021. (Flashpoints U.S.-Turkey Relations 2021) raporunda sorun alanları üç ana kategoride toplanıyor:

1- İnsan hakları, demokrasi ve kanun hâkimiyeti

2- Savunma ihaleleri ve stratejik işbirlikleri

3- Bölgesel çatışmalar ve öç alma eğilimleri.

İsterseniz biz de bu sınıflandırmayı temel alarak ABD ile ilişkileri etkileyecek kritik noktaları değerlendirelim.

1- İnsan hakları, demokrasi ve kanun hâkimiyeti: Biden’ın seçim kampanyasında Erdoğan’ı “otokrat” bir lider olarak tanımladığını hatırlıyoruz. 2016 yılında gerçekleştirdiği İstanbul seyahatinde Osman Kavala ve HDP temsilcileri ile de görüştüğü biliniyor. O nedenle Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Ahmet Altan benzeri yargılamalardaki hukuk dışılıklar zaman zaman ABD sözcüleri tarafından dile getirilecektir. Geçen hafta ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Boğaziçi Üniversitesi’ndeki protesto eylemlerine karşı şiddet kullanılmasını ve LGBTQ karşıtı aşağılayıcı söylemleri kınadığına da tanık olduk. Ancak bu durumun, ahenkli bir ortaklığı baltalamakla birlikte ilişkilerde kopuş yaratması da beklenmemeli. Biden yönetiminin demokrasi ve insan hakları konularında “sözlü yönlendirmeleri” tercih etmesi, pragmatik bir yaklaşımı benimsemesi olasılığı yüksek. Erdoğan tarafından önce hukuk ve insan hakları reformlarının dile getirilmesi, sonra da “yeni bir anayasa” gündeminin yaratılması AB ve ABD’den gelecek eleştirilerin önünün alınması çabası olarak nitelendirilebilir.

2- Savunma ihaleleri ve stratejik işbirlikleri: Burada düğüm noktası, Rusya’dan alınan S-400 füze savunma sistemidir. Erdoğan’ın 15 Temmuz’da Rusya’dan istihbarat bilgisi gelmesi ve darbe girişiminin hemen ardından St. Petersburg’a davet edilmesi sonrasında Putin’e daha da yaklaştığı görülüyor. Darbe planının arkasında ABD’nin bulunduğunun -başta Süleyman Soylu olmak üzere- çeşitli AKP sözcülerince ihsas edilmesi de Washington’a güvensizliğin diğer bir nedeni. 2016’da Trump’ın işbaşına gelmesi, hem Erdoğan ile “kimyalarının uyuşması” hem de kendisinin Putin’le de fazla dalaşmamaya özen göstermesi, Ankara-Moskova yakınlaşmasını kolaylaştırdı. Türkiye’nin bir NATO üyesi olarak ABD’nin askeri anlamda hasmının füze sistemini kullanmasının Biden yönetimi tarafından kabul görmesi mümkün görünmüyor. Öte yandan yeni dışişleri bakanı Blinken’in sözleriyle “sözde bir stratejik ortağın” ipleri kopararak, Rusya’ya daha fazla yakınlaşmasına da imkan vermek istenmeyecektir. Ancak bu koşullarda Türkiye’nin tekrar F-35 programına dahil edilmesi, Patriot füzeleri alabilmesinin önünün açılması, CAATSA yaptırımlarının askıya alınması beklenemez. Türkiye açısından en iyimser senaryo, bölgesel konularda Amerikan çıkarlarına uygun davranılması karşılığı bu konunun sürüncemede bırakılmasıdır.

3- Bölgesel İşbirlikleri: Türkiye, Amerikan emperyalizminin en sınırlı askeri güçle ve en az maliyetle bölgesel konulara müdahalesine hizmet edebilir. Suriye’de İdlib’i tutan cihatçılara hamilik yaparak Esad güçlerinin ülkede tam egemenlik kazanmasını engellemesi, Libya’da Rusya’nın arkasında bulunduğu Hafter güçlerinin önünü kesmesi, Irak’ta İran’ın etkisini kırmak için devreye girmesi, Ukrayna’da NATO’nun “caydırıcı gücü” kapsamında öne atılması, Washington’ın da işine gelecek hamleler olarak kabul edilebilir.

Doğu Akdeniz’deki gerginliğin azaltılması için de belki ABD devreye girecek, Doğu Akdeniz Gaz Forumu bileşenleri ile Türkiye’nin uzlaşması için “büyük abi” rolünü oynayacaktır. Zaten bu konuda Erdoğan’ın son dönemde gerilimi azaltma taktiği izlediği gözleniyor. Burada düğüm noktası, Fırat’ın doğusunda ABD’nin stratejik müttefik kabul ettiği PYD ve Suriye Demokratik Güçleri ile Türkiye arasındaki çatışma halidir. Biden'ın seçilmesinin, PKK tarafından da memnuniyetle karşılandığını Murat Karayılan ve Cemil Bayık'ın ağzından öğrendik. Yeni ABD Başkanı’nın öteden beri Kürt sorununu yakından izlediği, Ortadoğu’daki Kürt oluşumlarına sıcak baktığı herkesin malumu. Türkiye’de yeni bir Kürt açılımına ise hem Erdoğan’ın kendi kitlesini HDP karşıtlığıyla tahkim etmesi, hem de Cumhur İttifakı’nın bileşenlerinin katı tutumu şimdilik engel gibi görünüyor. Öte yandan bu konuda verilecek tavizler, Biden yönetimi ile diğer sorunların aşılması yolunda kilit rol oynayabilir. En azından Erdoğan yönetimde kaldığı müddetçe, son tahlilde Türkiye-ABD ilişkilerinin kaderini Kürt sorununun belirleyeceğini söyleyebiliriz.

Dış Politikada Nasıl Bir Muhalefet Hattı?

Başta CHP, Millet İttifakı’nın bileşenlerinin Saray rejiminin dış politika anlayışıyla köklü bir sorunu bulunmuyor. Tüm askeri harekât tezkerelerine onay veriyorlar. AB, NATO, savunma politikaları konularında da ciddi bir farklılık göstermiyorlar. Genellikle Erdoğan’ın tutarsızlıkları, vaatlerini yerine getirmemesi, Süleyman Şah türbesini taşımak zorunda kalması benzeri ayrıntılar üzerinden söz söylüyorlar. Bu nedenlerle dış politika ekseninde etkili bir muhalefet yapma potansiyeli taşımıyorlar.

Oysa sol, sosyalist kesimlerin emperyalizmi teşhir etmek, militarizm konusunda kamuoyunu bilgilendirmek, dış politikada bağımsızlıkçı bir hat üzerinden halka hitap etmek şansı bulunuyor. Bu anlayış ne Biden veya AB üzerinden sahte demokrasi ümitleri beslemeye, ne de Batı düşmanlığına sarılmayı anti-emperyalizm diye pazarlamaya izin verir. Komşularıyla dost geçinmeye, bölgedeki çatışmalara insani ve barışçı çözüm üretmeye, özgürlük ve eşitlik talebini sırf kendi halkımız için değil tüm coğrafyalar için yükseltmeye, toplumun kaynaklarını askeri harcamalar için değil sosyal programlar için seferber etmeye dayalı bir dış politika hattı olmalıdır bizim savunduğumuz.