Dil yaşamın hapishanesidir. Dilin dışında bir anlam, dilin dışında bir kavram, dilin dışında bir hayat yoktur. Ve söyledikleriniz kadar söylemedikleriniz de dilin sınırları içindedir. Hatta her söz söylemediğiyle malul ve eksiktir. Söz eksikliğiyle tamdır. Her söz tamamlanmak için bir başkasını beklemektedir. Bir kişiyi tanıtırken, bir manzarayı betimlerken, bir eşyadan bahsederken söylediklerinizden çok eksik bıraktıklarınız önemlidir. Evet, anlattıklarınız değil anlatmadıklarınız, söz ettikleriniz değil söz etmedikleriniz daha önemlidir. Ve anlatmadığınız, söylemediğiniz, bahsetmediğiniz her ne varsa onlar da dilin içindedir.

Bu nedenle ben söylenenin değil söylenmeyenin hayatı daha iyi anlattığına inanırım. Eksik bırakılanın bu yaşamın ruhu olduğuna iman ederim. Bir insanı söyledikleriyle değil gizledikleriyle, söyleyemediğiyle, söylemediğiyle anlamaya çalışırım. Sınırlarını dilin belirlediği bir dünyadır burası. İnsan denilen şey dilinin kendisini eksik bıraktığıdır. İnsan ne dilinden fazla, ne dilinden eksik olabilir. Bütün anlamları, bütün söylemleri, kelimeleri, heceleri, ah’ı, sevmeyi, öfkeyi anlatır da dil bir yerde tıkanır kalır: Aşk. Dil yaşamın hapishanesidir, aşksa dilin ve insanın… Aşk insanın hapishanesidir.

Hayat bir dil gibi örgütlenmiş ve ancak bir dilin sınırları kadar geniştir. Dilin ötesinde hayat yoktur. Bir sağırın “gördüğü”, bir körün “duyduğu”, bir lalın “hissettiğidir” dil. İnsanın sözü, doktorun tedavisi, hastanın inlemesi, şehvetle, öfkeyle çıkarılan sesin kendisidir. Kısacası dil dünyayla kurulan ilişkidir. Onu aşabilen iki şeyden birisi aşk, diğeriyse deliliktir. Aşk ve delilik dilin ötesinde, yaşamın kıyısındadır. Ölümle yaşam arasında araftadır. Kim söylemişti hatırlamıyorum: Bir dâhiyle bir delinin bir arada bulunduğu tek yer bir aşığın bedenidir. Aşk yaşamı ve ölümü aynı anda içinde taşıyabilecek kudrete sahip tek şeydir.



Aşk arafta kalmanın, arafta olmanın, arafın dilidir. Gidilen ve gelinen yerin değil olunan yerden başka hiçbir yerin öneminin kalmadığı tek yerdir. O yerde günah da sevap da hükümsüzdür. Günahın sevap, sevabın günah olduğu gri bir alandır. Gelenin ve gidenin öneminin kalmadığı, gelinen yerle gidilen yerin bir olduğu uğrak yeridir. İlerisiyse ya cennet ya cehennemdir… Âşık olanın ikisini de bir bildiği, cennette yanmayı, cehennemde rahat etmeyi umduğu yerdir. Hiçbir âşık bir cehennem tasviriyle korkutulamayacak ve yine bir cennet hayaliyle kandırılamayacaktır. Çünkü yaşadığı cehennem ona cennet, başkalarının cennet sandığı ise cehennem gelecektir. Bu nedenle onlarla konuşmak endişe vericidir. Aklın ve dolayısıyla dilin sınırlarını zorlasanız da onlara anlatabileceğiniz çok şey yoktur. Arafta kalmanın yaşamın dilinden gayri bir dili vardır. Onun üzüntüsü başka, sevinci başka, bakışı başka, dokunuşu başkadır. Bir âşığı ne yaşadığına ne de ölmek üzere olduğuna ikna edemezsiniz çünkü aşk arafta olmanın dilidir. Ve âşıklar haricinde hiç kimsenin o dili anlaması mümkün değildir.

Aşk baş eğmenin dilidir. Sevmemesine, bakmamasına, gülmemesine, görmemesine bile razı olmak, buna rağmen, o kimse, ona baş eğmektir. Onun öfkesinde kendi öfkeni, onun sevgisinde kendi sevgini, onun gözyaşında kendi gözyaşını hapsetmek, onun varlığının içinde kendi varlığının hapsine razı olmaktır. Şirazlı Sadi’nin dediği gibi “sevgilinin yanında benlik satmanın putperestlik olduğunu” bildiğinden sevgiliye hep sevgiliyi anlatmanın eşsiz dilidir. Bir ekmeği bölerken, bir tokayı takarken, taşmak üzere olan bir fincandaki çayı dikkatlice yudumlarken, bir söğüdün dalını eğerken duyduğun, gördüğün yaptığındır. Kısacası her şeyin her halidir...

Aşkın dili, sınırları zorlayandır. O, örneğin bir şeyi sevmek, bir şeye gülmektir. Aşk dilin hapishanesidir.