Yeni Dünya Düzeni ilan edilirken Devrimcilik…

AŞK VE DEVRİM'İN İZİNDE:
Yeni Dünya Düzeni ilan edilirken Devrimcilik…

1990 dönemeci, tek kelimeyle hazindi. Hele benim gibi Boğaziçi Üniversitesinde okuyan ve batılı literatürü takip eden, okulun zengin periyodik aboneliğinin getirdiği inanılmaz bir İngilizce literatürü düzenli olarak okuyanlar için. Neredeyse her yayında sosyalizmin ütopik olduğu ve gerçekte bittiğinin artık kabul edildiği önermesi ile başlıyordu değerlendirmeler. Türkiye’de art arda sosyalizmin tarih öncesine ait bir siyaset geleneği olduğu en ucuz halleriyle ispatlanmaya çalışılıyor. Özal Cumhurbaşkanı, Zonguldak’taki işçilerin deyimiyle Çankaya’nın şişmanı, Yıldırım Akbulut tam bir alay konusu olmuş ve siyasi tarihimizde başbakanken parti başkanlığını kaybeden tek isim olarak yer alıyor. Demirel ile Erdal İnönü’nün koalisyonu yakın. Demirel inanılmaz demokrasi nutukları atıyor, her konuşmasına kitleler hücum ediyor, “Kurtar bizi, Baba” meydanların sloganlarından olmuş. Daha aradan birkaç yıl geçmeden sokak ortasında infazlar dönemi geliyor. Boğaziçi Üniversitesinin duvarlarına yazılan ve hiç unutmadığım bir sloganı her gün görüyorum: Vaatler Kana Bulandı.

Sovyetler Birliğinde Stalin günah keçisi ilan edilmiş. Bir ayyaş olan ve konuşmalarında dengesini kaybedip düşebilen bir sarhoş olarak Yeltsin seçim olmadan Devlet Başkanı olmuş, sonuçta yine çok geçmeden Parlamentoyu bombalatıyor, evet yanlış duymadınız, parlamentoyu devlet başkanının emriyle ordu bombaladı.

Bu ortamda solcular arasındaki tartışmalar şirazesinden çıkmış, Öğrenci Derneğinin toplantısındayız. Hareket Geleneğinden gelen aktivist bir arkadaşımız, toplantı sırasında “ben artık militan faaliyetlerimde, sosyalizm sözcüğünü kullanmıyorum, çok yıprandı, genel anlamda devrimcilik propagandası yapıyorum” diyor, iyice azalan sayımıza rağmen öğrenciler arasında infiale yol açıyor bu sözler. Herkes ben sosyalistim nutukları atmaya hazır, birisi çıkıp ben sosyalist değilim, komünistim diye bağırıyor. Aradan çok geçmeden öğrenci derneğinin toplantılarına gelenler arasında Stalin tartışması başköşeye oturmuş, komünist arkadaş bütün herkes Stalin’den yüz geri yapıyor, bir tek biz kaldık Stalin’e sahip çıkan, diyor. Ama aynı arkadaş, Doğu Avrupa sallanırken, tartışmaların ve toplumsal hareketliliğin geç ulaştığı Arnavutluk’un ne kadar sağlam olduğunu anlatıyordu, orada sosyalizm halka dayanıyormuş. Ama çok geçmeden Arnavutluk’ta sallandığında oraya gerilla gönderip göndermeyi tartışıyoruz diyordu.

Bunları niye anlatıyorum, o kadar ilginç bir dönemdi ki Pink Floyd’un ünlü kapitalizm ve eğitim sisteminin insanları ne kadar yabancılaştırdığı şeklinde yorumlanan ve insanları nasıl tek tipleştirdiğini filmiyle hepimize ulaştıran The Wall albümüne nazire yaparcasına Roger Waters Berlin Duvar’ında konser veriyor, duvarları şaşırmış. Sosyalistler de seyrediyor, çünkü televizyonlar naklen yayınlıyor bu konseri.

O dönem savurduklarıyla, sosyalizme yönelik saldırıların benzersiz aşırılıkları içinde özgün bir dönemdi, insanı hayrete düşürecek kadar çok dönek üretti. Benim en çok garibime giden ise “biz zaten dememiş miydik?” diye reel sosyalist ülkelerdeki halkın sosyalizm karşıtı çıkışlarını selamlayan Troçkistlerin en çok savrulanlar olmasıydı. Nihayetinde bir parti bile kuramadan ve çoğu militanlığı bırakarak bu dönemi kapatıyor.

Aşk ve Devrim, her şeyden önce bir dönem filmi, tam da Yeni Dünya Düzeni ilan edilirken başlıyor, bütün olan bitenlere karşı, enternasyoneli savunan gençlerin pankartıyla açılıyor film. Ama onların örgütü ki tarihsel bir gerçektir, aslında diğer pek çok örgütte bu şekilde yaşanmasa da örgüt liderlerinin duvarların altında kalması nedeniyle diyelim, tepeden likide edilmeye çalışılıyor. Gençler direnmeye çalışıyor. Bu açıdan filmi ele alan her değerlendirme ve tartışmanın bizzat o tarihsel dönemi baz alarak yola çıkması lazım, bu birincisi.

İkinci olarak genç devrimci karakterlerimiz film boyunca davalarına sadık kalıyorlar, üstelik sonsuz bir romantizm ve yıkılan duvarların etkisiyle melankolik bir ruh haliyle. Bu anlamda film devrimcilere gülümsüyor, kendi tarihlerinden bir kesiti gündeme getiriyor.

Yıkıcı bir tarihsel kesitte, dünya tarihsel olayların yanı sıra örgüt içinde yaşananlar bireysel düzlemde de trajik olaylarla çakışıyor. Bu anlamda bir çözülüşün değil, çözülüşe karşı kendi benliğiyle çatışan bir direngenliğe sahip, aşkını tam yaşamayan ve ailesinden ayrı kaldığı için aşkının suretini bulmakta hayatı boyunca zorlanacak bir delikanlı ve insani yüzü her zaman içimizi ısıtacak bir genç devrimci kadın karakterimiz hikâyenin merkezinde duruyorlar.

Ama bunların yanı sıra, denize karşı şiir okuyan, işçi direnişlerinde coşkulu inançlı sesiyle yer alan bir Kürt devrimcisi kardeşimiz, elbette polisin yasa tanımaz ve aynen vaatleri kana bulayan faaliyetiyle aramızdan ayrılıyor. Hüzünlü bir cenaze merasimi ve ardından polisle çatışma, okunan bir şiir ve arkadaşını kaybetmenin verdiği yasla içine gömülen devrimci kardeşimiz. “Vardık, varız, varolacağız”la biten kongre.

Filmin geneline bir hüzün hâkim, ama sevgili dostlar, o dönemi bilenler bilir, hayatımızın ortasında kendimizi güçsüz hissediyorduk ve hayatımız boyunca en inanarak söylediğimiz sözlere bile karşımızdakinin inanmayan ve hatta müstehzi gülüşüyle karşılık veren edalarını o dönemde yaşadık. Hüzün o dönem hayatımızın merkezindeydi, zaten o hüznü duyumsayan militanlıktan kaçanlar da ise art arda rakı sofralarında dünya hakkında nutuklar atmak geleneksel bir motifimiz haline gelmişti, onları artık kayıp olarak görüyorduk.

Benim gibiler için film tam bir sevgi nesnesi, bütün açmazları, hüzünleri, kaybetmeye mahkûm işçi direnişleri, cenazelerimize sahip çıkma çabaları, yaşanamayan aşklarımız ile birlikte Aşk ve Devrim’i sadık ve tanık bir şekilde 1990’ları anlattığını bilirsek, o zaman filmin atmosferi ve hikâyesi çok daha kavranabilir hale geliyor. Bu filmi seyreden sosyalist olmayanlar ne der diye değil, aksine biz sosyalistler olarak tarihimizin bir parçasıyla yüzleşiyoruz diye seyredelim, başkaları ne der, nasıl anlaşılır kaygısıyla filmi izlemek tartışmaya zarar verir, çünkü o başkaları hiçbir tartışmada tanımlanamıyor.

Öyle ki filmin yönetmeni Serkan Acar bir Postane grevine en başından itibaren tanıklığı ile bir belgesel yapmıştı, 300 kişinin katılımıyla davul ve zurnayla başlatıldı grev. Ama ne oldu sendika desteklemedi, dayanışmalar yetersiz kaldı, 1 bilemedin 2 ay sonra açlığın sınırlarına geldiklerinde, grevi başlatan işçiler başta olmak üzere gidip bir başka şirkette daha düşük ücretlerle işe başladılar.

Kâğıthane belediyesinde Çöp İşçileri işlerini kaybettikten sonra, direndiler, bir aşamada açlık grevine başladılar, 1 aydan fazla sürdü açlık grevleri, ama hiçbir zaman yeterli destek çıkmadı, sonunda Refah Partili Belediye temizlik işlerini taşeronlaştırdı, kaybettiler.

Bugün o boyutlarda olmasa da belirli ölçülerde iktidar karşısında hala boynumuz bükük, dönem çok özgündü ve inanılmaz insan trajedileri üreterek yaşandı. Bu açıdan bir daha yaşanmaması dileğiyle ama o yıllarda burjuvazinin saldırısına, büyük psikolojik baskı altında direnerek korkunç bir azınlık içinde kendini feda eden devrimcilere selam yollamayı ihmal etmeyerek filmi izleyelim. Tartışalım ve kendi tarihimizin bir dönemiyle yüzleşerek, safları sıklaştıralım, öfkemizi bileyelim ve hayata karşı insani yönleriyle barışık bir mücadelenin özlemini çekelim.