Asrını üstünde izin varsa benimse*

Dr. H. Tuğça ŞENER

Gökler çıkabildin, uçabildinse senindir, Tarihini kendin yazıyorsan eserindir”

der Mithat Cemal Kuntay, çok sevdiğim “On beş yılı karşılarken” adlı şiirinde. Geçtiğimiz haftanın tüm dünyada yankı uyandıran konusu 2011 yılından beri ilk defa yeniden ABD topraklarından uzaya astronot gönderiliyor olması ve bunun dünya tarihinde ilk olarak bir özel firma, SpaceX, tarafından gerçekleştirmesi. 27 Mayıs Çarşamba akşamı planlanan fırlatma, hava muhalefeti nedeniyle gerçekleşemedi. O akşam için Türkiye’de benim sayabildiğim ondan fazla canlı yayın planlanmıştı bu olay için. 30 Mayıs akşamı başarıyla gerçekleştirilen bu fırlatılışın benzerleri, hele ki uzaya astronot gönderilmesi, on yıllardır gerçekleştirilen bir olay olsa da, hiçbiri bu kadar yankı uyandırmazken bu seferkinin özelliği neydi?

Bir süre önce NASA uzaya astronot gönderme işinin artık devlet elinden çıkıp özel firmalara geçmesi gerektiğine, NASA’nın odaklanması ve öncelik vermesi gereken daha önemli konular olduğuna karar verdi. Bunun üzerine birçok firma kuruldu, ihaleler yapıldı, milyonlarca dolarlık destekler sağlandı. Bu firmaların kimisi tutunamayıp kapandı, kimisi testleri geçemedi, kimileri de çareyi güçlerini birleştirmekte buldu. Nihayetinde yıldızı parlayan SpaceX oldu. SpaceX, daha doğrusu Elon Musk, daha önce tekrar kullanılabilen roket teknolojisini gerçek kılması ve uzaya gönderdiği Tesla arabasıyla da dikkatleri üzerine çekmişti.

Bu son gelişme ile de artık uzaya ticari seferlerin başlayacağının ışığı yanmış oldu. Bu da demek oluyor ki uzay turistlerine yol göründü. Bu harika bir gelişmede bence asıl ilginç olan bunun dünya nüfusunun çok ama çok küçük bir kısmını, aşırı şanslı ve aşırı zengin bir azınlığı ilgilendiriyor olması. SpaceX’in açtığı bu yolda ilerlemeyi bekleyen Virgin Galactic’in elindeki rezervasyon listesinde 600 civarında kişi var. Bunların her biri uzaya çıkmak için 250 milyon dolar vermeye dünden razı. “Her ülkeden bir uzay turisti alacağız, Türkiye’den kimin parası yetiyorsa buyursun beri gelsin” dense kimin bütçesi yeter buna? Ali Ağaoğlu? Demet Akalın? Enes Batur? Ülkece sevindiğimiz ve heyecanlandığımız şey bu mudur yani? Bahsi geçen isimlerin topluma ne kadar iyi rol model teşkil ettikleri sorgulanabilir olsa da bu isimlerin toplumca sevilen ve kabul gören kişiler olduklarını göz önüne alırsak, bilimi topluma bir adım daha yaklaştırmış, geçici magazin gündemi ile bile olsa, bir şekilde ülke gündemine bilimi düşürmüş olabileceğimiz için mi seviniyoruz?

Sosyal medyada “alt tarafı bir roket uçuyor abi, bunu neden izliyorsunuz?” diyenler var. Onlardan sanılmak istemem. Şahsen Dünya’nın çekim alanından çıkarıp uzaya gönderebildiğimiz her cisim, hele ki insanlı uçuşlar ve üstelik Uluslararası Uzay İstasyonu’na başarıyla varabilmek, bence akıl almaz muhteşemlikte olaylar. Düşünsenize birkaç dakika içinde uzaya çıkıyor, yer çekimsiz ortama geçiyorsunuz; 18 saat sonra da uzayda bir istasyona giriyorsunuz!

Ne var ki kafamı kurcalayan şey; Japonya Havacılık ve Uzay Keşif Ajansı JAXA’nın yaptığı, 20 Mayıs’ta Japonya’nın Tanegashima Uzay Merkezi’nden, Mitsubishi Heavy Industries H-IIB roketi ile fırlatılan ve 25 Mayıs’ta UUİ’na varan pilotsuz HTV-9 uzay aracını neden aynı heyecanla izlemediğimiz. İnsansız olduğu için mi? Japonya, ABD kadar reklam yapmadığı için mi? Yeterince tarihi bir an değil miydi UUİ’ndaki bir astronotun robotik bir kol kullanarak Tanzanya’nın yaklaşık 400 km yukarısında 12 tonluk bir uzay aracını yakalayıp kenetlenmeyi başarıyla gerçekleştirmesi? Buna heyecanlanmamayı başarmak üstün düzey ruhsuzluk gerektirir bence.

Tüm bunlar olurken benim takıldığım konu, Amerikan uzay araştırmalarına özel sektörün bilfiil dahil edilmesinin “tarihi bir an” olarak lanse edilmesi. Çünkü UUİ’na yıllardan beri birçok defa, kimi insanlı kimi insansız görevler gerçekleştirildi. Hatta MİR uzay istasyonuna ve öncesinde başka projelere de. SpaceX’in ABD topraklarından Amerikalı astronotları uzaya gönderiyor olması da tarihi bir an olabilir ancak ne yazık ki bizim için değil, en azından şimdilik.

Dragon kapsülü ile yola koyulan astronotların yanlarında anı olarak altın kaplama bir sanat eseri götürdüklerini biliyor muydunuz? Dünyanın bilimde geldiği gelişmişliğin bir göstergesi imiş bu sanat eseri. Aklımın almadığı şeylerden biri de bu. Tüm dünya ülkeleri bu bilimsel gelişmişlikteyse açlıktan ve hastalıktan ölenler, temiz su bulamayanlar hangi gezegenin insanları? “Uzaya gidebiliyoruz ama dörtte üçü sularla kaplı gezegenin her yerine içilebilir, temiz su ulaştırmayı başaramadık henüz” mesajı mı veriyoruz evrene?

Konudan fazla sapmadan SpaceX’e geri dönelim. Sahibi Elon Musk artık bir sosyal medya fenomeni. SpaceX ismini de şimdiye kadar hep onun aykırı fikirleri sayesinde duyduk zaten. Bilim dünyasını yakından takip edenler SpaceX’in gönderdiği Starlink uydu serisinden haberdardır. İlk fırlatışı 22 Şubat 2018’de gerçekleştirilen Starlik uydu serisi, o tarihten bugüne yörüngeye şimdiden 480 uydu yerleştirdi. Toplam 12.000 uydu için gerekli izinler çoktan alınmış olsa da buna ek olarak 30.000 uydu daha göndermek için Ekim 2019’da başvurular tamamlandı ve onay bekleniyor. Elon Musk’ın masumane ve hatta kahramanvari amacı, dünyanın her yerine internet sağlamak. Ana hedefi ise New York’taki borsacıların Londra’dakilerle iletişiminde mevcut internet sistemindeki 76 milisaniyelik gecikmeyi 20 milisaniyeye indirmek. Elon Musk’ın böylelikle borsa sektöründen elde edeceği para ile gerçekleştirmeyi istediği asıl şey ise Mars’a gitmek. Böyle bakınca ne kadar da harika değil mi? Adama tam kızacağız, altından başka bir iyilik çıkıyor, kızamıyoruz. Starlink uydularını kimseden bir katkı almadan kendi başına uzaya gönderiyor ve bu uydu ağı ile sağladığı süper hızlı internete Afrika’daki çocukların bile erişimi olsun istiyor. Süper bir toplum hizmeti! Değil işte. Kazın ayağı öyle değil. İki ileri bir geri, tam iyi bir şey yaptı derken alttan başka bir niyet çıkıyor. Yok, aslında o niyet de iyiymiş derken bir diğeri.

Starlink uyduları her şeyden önce özellikle yer tabanlı teleskoplarla gözlem yapan astronomların kâbusu haline gelmiş durumda. Uzak ve sönük bir cismi gözlemlemek için saatlerce tek bir noktaya odaklanan teleskopların önünden dizi dizi geçen bu uydular onca saatlik çalışmayı yerle bir ediyor. Hele ki son evresi de tamamlanıp, şimdiki gibi gökyüzünde ardı ardında 30-40 vagonluk bir tren gibi değil de değil yüzlercesi gökyüzümüzü istila etmiş olduğunda, belki de Dünya’dan yapılan astronomik gözlemlerin devri sona ermek zorunda kalacak. “E ne var bunda, artık uzay teleskopları ile yapıyoruz zaten en büyük keşifleri, astronomlar da çağa ayak uydurup uzay teleskoplarını kullansın bir zahmet” dediğinizi biliyorum. 2009 yılında yörüngeye oturtulan Kepler Uzay Teleskopu’nun tasarım, üretim, fırlatma ve yörüngede bakım ve işletim masrafları bugüne dek 550 milyon doları aşmış durumda. Tek bir uzay teleskobunun yıllık masrafı 20 milyon dolar civarında. Buna karşın, Dünya’nın en büyük ve verimli gözlemevlerinden biri olan La Palma Gözlemevi’nin en büyük teleskoplarının yıllık masrafı ise en fazla 10 milyon dolar. Üstelik teleskopta bir sorun olursa veya üzerindeki bir detektörün değişmesi gerekirse kimsenin uzaya gitmesi de gerekmiyor. Dünyanın her yerinde gözlem şartları bir değil, bu nedenle uzun yıllardan beri ülkeler, üniversite ve enstitüler bir araya gelip bütçelerini ve beyin takımlarını birleştirip ortaklaşa, büyük teleskop ve gözlemevleri inşa etmekte. Bu işbirliklerine katılan ülkelerin her birinin kendi başına uzaya bir uydu veya teleskop gönderebilecek bütçesi olduğuna inanabilir misiniz? Biz Türkiye olarak değil böylesi bir işbirliğinin parçası olmak, Avrupa Uzay Ajansı’nın resmi bir üyesi bile değiliz. Yörüngeye gönderdiğimiz uydularımız var tabii ki, ancak ülkedeki astronomların çalışmalarını bunlarla kısıtlayacak olursak bu bilimsel gelişmeye ön ayak olmak değil olsa olsa ket vurmak olur.

Konu yine dallanıp budaklandı, üstelik daha Musk’ın Mars planlarına değinmedik bile. SpaceX, birçok yönü ile ele alınması gereken detaylı bir mesele. Bugün değinmek istediğim asıl şey, bu olayın tüm dünya için tarihi bir an olduğu konusunda hem fikir olmayan kişileri uzay araştırmalarını desteklemeyen, ya da toplumun ilgilisinden rahatsız olan kimseler gibi lanse etmenin yanlışlığı. Sapla samanı ayırmak lazım. İnsanlı veya insansız tüm uçuşlar tabii ki çok heyecan verici, ama Amerika’nın uzay keşfini özelleştirmesi, bizim kutlayacağımız ya da heyecanlanacağımız bir konu değil, bunu kabul etmek lazım. Gelecek nesilleri heyecanlandırmak, toplumun uzaya ilgisini artırmak ve gençleri bilime yönlendirmek için çabalarken bunu Amerikan özentisi olmadan da gerçekleştirebiliriz. NASA kadar JAXA’nın fırlatışlarını da izleyelim. Ay’ın karanlık yüzüne inen İsrail ve Çin görevlerini de takip edelim. Hatta Hindistan’ın o kaotik yapısına rağmen uzay araştırmalarında elde ettiği başarıları kendimize örnek alıp, yaptıklarını yakından takip edelim. Söz konusu bilim olduğunda gezegenin ve insanlığın tamamı ile bir bütün olalım ki gençlerimizin tek hedefi NASA olmaktan çıksın; bilimin ABD tekelinde ve bilim yapmanın ayrıcalıklı kesimlere has bir üstünlük olduğunu sanmaktan vazgeçsinler.

Her tür bilginin parmaklarımızın ucunda olduğu bu çağda önümüze konulanı izlemekle yetinirsek, tüketim toplumu değil, şuursuzca tüketen bir toplum olmaktan öteye gidemeyiz. Her ne kadar söz konusu bilim olduğunda sorumluluğun büyük kısmı akademisyenlere düşse de günümüzde bilgisiz kalmayı başarmak artık bahanelerin ardına saklanmayı seven tembellerin oynadığı bir oyundan farklı değil. At gözlüklerimizi çıkarıp bilimin ve uzayın ABD’nin tekelinde olmadığını görmenin vakti geldi de geçiyor bile.

*On Beş yılı karşılarken,
M.C.Kuntay