Bir uygarlığın anlatısal göstergesi aslında sanıldığından daha basittir: ister ünlü, ister saraylı, isterse sıradan bir insan olsun, o insanın başına sıra dışı veyahut da trajik bir durumun gelmesi ve kişinin bütün hayatını sarsacak ve evrensel olarak insan benliği üzerinde etkili olan anlatılar kurmak. Bu anlamda eğer 19. Yüzyıl Fransız gerçekçi romanı ile Rus Edebiyatını karşılaştırdığımızda, gördüğümüz olgu net: Rus Romanı çok daha üstündür. Bunun nedeni ise Rusya’nın trajik bir çağda yaşıyor olmasıdır. Romanları ise sanki bu trajik durumun nakilcisi olduğu kadar, daha da öteye giderek trajik çağın sonucunu yani Ekim Devrimi’ni muştular gibidir. Sinemaya geldiğimizde, sanılanın aksine avant-garde sanat büyük oranda sanatı yenilemekte ve ona yeni hedefler kazandırmakta başarısız oldu: biçimsel olarak sahneyi ve metni radikal biçimlere ve yeniliklere taşırken, sanatın olmazsa olmazı olan en temel niteliğini altüst etti, sanat felsefi olarak varlık nedenini kaybetti.
Sinema dünyasında bunların mükemmel ifadesini Tarkovski anlatır. Özellikle 1980 sonrasında, ölümü 1986 yılına kadar Batıda ilticacı olduğu senelerde art arda belgesellere konuştu, seminerler verdi. Kendi trajik durumunu düşünsel ahlaki ve felsefi olarak anlattı. Batılı dünya ve batılı sanat, modernizm ve modernizasyon süreçlerinin sonunda, felsefi köklerini kaybetmiş, sanat kavramsala doğru yönelirken anlama ve hakikate saldırmıştı.

20. yüzyıl sinemasını incelediğimizde Avrupa kıtası sanatta ne yazık ki öncülük yapamadı: bizim kuşaktaki insanlar büyük oranda Batılı düşünce ve estetik ile büyüdüler. O zamanlar Batılı sinemada biz yaşayamadığımız özgürlüğü bir tür sinemada arardık. Bizler yani 1980 Darbesi’ne ergenlik döneminde yakalanan insanlar, tam olarak bir akıl ve ahlak tutulmasının ortasında büyüdük. Kenan Evren’in ve Tonton’un lider olarak karşımızda durduğu ve yetkili etkili insanların para pul için kolayca insan harcadığı o zamanlarda sanatımız büyük oranda sinmişti. Ne romanımız ne de sinemamız 12 Eylül ile asla hesaplaşamadı.
O yıllarda yeni çıkan video furyası ile Avrupa Sanat Sineması başlığı altında çoğu korsan formatında Türkiye’ye gelen filmlere baktığımızda bu filmleri çok önemli bulurduk. Ama büyüyüp de felsefe ve anlam aranışı ile karşılaştığımızda, yaşayıp da anlamı hayatımızın içinde aradığımızda Avrupa Sanat Sinemasının sanıldığı kadar iyi olmadığı ve hatta felsefi olarak mesuliyet, mücadele ve direniş geleneğini bağrında taşımadığını gördük. Ve elbette yenilgiyi kabul ettiği için kaçınılmaz olarak bir varlık bunalımına sürüklendiğini anladık. Sonra da benim kişisel tercihim, BUNALIMIN YERİN DİBİNE BATSIN! Oldu, çünkü o bunalımların zaman içinde teslimiyetle sonuçlandığını gördük.

Bütün o seyrettiğim Avrupa Sanat Sineması Filmleri bugün ruhumda çok derin tesirler bırakmadı. Şimdi kendi anlam ve hakikat aranışım onların yerine çok daha derin sorgulamaların peşinde gidiyor. Örneğin ben Avrupa Uygarlığının çöküşünü, Çöküş adlı Alman filminde aramak yerine, kişisel olarak Vergilius’un Ölümü, ya da o zamanlar çok etkilendiğim Wim Wenders’ın melankoli dolu Yol Filmlerinin yerine Direnmenin Estetiği adlı romanda buluyor ve görüyorum.

Aynı şekilde, sinema dünyasına baktığımızda kültürlerarası ve uygarlıklar-arası sorunlara eğilmek yerine, daha kişisel ve hedonist bir söyleme kaçtıklarını gördüğümde, ya da Avrupa Uygarlığı söylemi altında giderek bir tür beyaz-ırkç ı bir üstünlük söylemine doğru bir temayül gösterdiklerinde, sinemanın bu krizi yansıtmadığını şaşkınlıkla gördüm.

Dolayısıyla, Avrupa Sanat Sinemasına baktığımda gördüğüm özellik net:

1- Varlık nedenini kaybetmiştir.
2- Anlamdan ve hakikatten kaçmaktadır.
3- Anlam ve hakikatten uzaklaşma gerçekçilikten kaçışa yönelmiş ve bu da sinemanın meşruiyetini azaltmıştır.
4- Sanatçı mücadeleden uzaklaşınca, giderek toplumsal temsiller azalmış ve topluma etkileri sınırlanmıştır. Ve sonuçta sanatçı daha özgür değil, düzenin merkezine hatta besleme konumuna doğru bir değişim geçirmiştir.
5- Estetik ise anlam-hakikat ve direniş momentlerini kaybedince, plastikleşmiştir. Oysa fotojeni doğalın duruluğu ve suretin yaşanmışlığı gösteren derinliği ile karşılaştırıldığında, ancak reklamın bir aracı olabilir, estetiğin değil.
6- Bu açıdan, 20. Yüzyıl Avrupa Sanat Sineması da içinde olmak üzere, Avrupa Sineması genel olarak bir Dekadans Dönemi sinemasıdır. Tarihsel ilerleme ile birlikte de, giderek dünya sineması içinde öncülüğünü kaybetmektedir.