Bizim üniversite yıllarımızın sonlarında başladı Beyoğlu Pera övgüsü ve söylemi. Sonrasında hatta Giovanni Scognamillo bir kitap “yazdı”: Cadde-i Kebir’de Sinema diye. Sormuştum niçin Cadde-i Kebir diyorsun diye: oranın eski Osmanlıcadaki bir adı da Cadde-i Kebir’dir dedi, peki sen niçin kitabın adını öyle koydun? Öyle daha çok satar diye düşündüm. Sattı mı bari? Hayır satmadı, hatta hemen hiç satmadı! Niye satmadı? Bence insanların çoğu bunu bilmiyordu ve o ismi bilmedikleri için hiç de almadılar! Bu tartışmaların merkezi 1990’lı yıllardı: yok efendim, Beyoğlu’na kravatsız girilmezmiş! Bu böyle sürüp gitti. Nice kendini bilmez, 1990’lı yıllarda Beyoğlu masalı anlattı, aynı zamanda yalanın ve seçkinciliğe övgünün dibi yoktu. Oysa Giovanni’nin kendi anılarını yazdığı kitabında birkaç satır çok dikkatimi çekmişti, aynı satırları yalnız ve yalnız Jak Şalom ile konuşabildim. Birisi 1930’lu yılların sonlarında İtalyan Lisesindeki “Mussolini yanlısı merasimler”, diğeri ise Giovanni’nin ergenlik yıllarında tanıştığı aşkın hazin sonunu gördüğü gerçek sahneyi anlatırken en kısa haliyle özetler: “Altyazıya gerek yoktu!”

Şimdi o yıllarda sola sirayet etti, eski İstanbul güzellemeleri, bu iş biraz da resmi tarihin şair arayıp bulamamasına benzer. Gerçek ciddi şairler ve yazarlar –niyeyse artık- TKP’li ya da komünist oldukları için bizim ortaokul yıllarımızda ders kitaplarında Bir Garip Orhan Veli masalları okutulurdu bize. “Rakı şişesinde balık olsam!”, ne olacak ki rakı şişesine balığı koyarsan öldürürsün, başka bir şey olmaz, şairliğin de bir adabı olmalı, şairin de bir meramı olmalı, şiirin de bir anlamı olmalı. Yıllar sonra çeşitli okumuş merkepler gördüm, ne zaman ki dağıtıyorlardı, akıl ve fikir yönünden iyice yoksullaşıyorlardı, ahlaken sefalete yelken açıyorlardı, soruyorduk “nasılsınız?” diye arkadaşlar kısaca özetliyordu, “aynen rakı şişesinde balık olsam!” modundayım, dibe vurdum. O arkadaşların beni ne kadar üzdüğünü anlatmak için söylüyorum, bu insanlar düşmüş insanlardı, inşallah toplarlamışlardır, ama gelin görün ki ne böyle şiir olur, ne bunu diyenden şair olur, ne de bu insanların anlatımı öyle parlak sanatsal bir şey olur! Sanat seçkinci olmaz, sanat tam aksine hakikati söyler ve isyankâr olur.

Türkiye’de Seçkincilik ve Beyoğlu’na övgü büyük oranda neydi biliyor musunuz? Burjuvazinin halka karşı ölçüsüz nefreti ve halkı hor görmesinin süslü itirafları! Bunlar o kadar kötü şeylerdir ki –farkında mısınız, bilmiyorum ama- açık ırkçılığa ve ayrımcılığa kadar giderdi bu ötekileştirici söylemler.

Bu söyleme katılan insanların tek birinden ciddi Evrensel İnsan Hakları ile uyumlu, Hümanist, Aydınlanmacı ve aynı zamanda sanatsal ya da Akademik değeri olan metin çıkmadı. Öfkelerini ve yalanlarını kustular!

Türkiye’de Sinemanın Kalbi çok uzun on yıllar boyunca Beyoğlu oldu, bugün böyle bir değeri yok! Bu insanların çoğu piyasalarını kaybettiler, ama işin gerçeği şudur, Beyoğlu’nun nezihliğine ve üstün insan söylemine hiçbir şekilde uymuyordu Beyoğlu’nda çöreklenmiş şirketlerin yaptıkları filmler. İkincisi daha korkunç, Beyoğlu’ndaki Film Şirketlerinin yazıhanelerinde olup biten vukuatlar ise insan terbiyesine ve ahlakına uymuyordu! Bunları anlatırsam, bazıları sen Yeşilçam’cımısın diye soruyorlardı, şimdi de başlayacaklar Sen Yeşilçam Düşmanı mısın? Hatta orada duramayıp Sen Azınlıkların düşmanı mısın diye itham edecekler bile çıkabilir.

Türkiye’de aydının söylemi eşitlikçi, özgürlükçü ve kardeşlikçi söylem üzerine kurulmalı ve halkçılık ile taçlanmalıdır. Kültürü taşıyan bu ülkede hiçbir zaman üstyapının semirmiş insanları olmadı, aksine onlar Medeniyetin Kıroluğunu bu ülkeye getirmekten başka bir şey yapmadılar.

Bakın ben Boğaziçi’nde öğrenci iken bir rektörümüz vardı (1980’li yılların ikinci yarısı), ne sanattan anlardı ne de fikir ve estetikten, bu şahıs BÜO ne zaman Shakespeare oynarsa, o oyuna gelirdi, ama garip bir özelliği vardı. Türkçeden Shakespeare okumaya tenezzül etmezdi, İngilizceden Shakespeare okumaya ise İngilizcesi yetmezdi, Shakespeare üzerine hayatı boyunca tek bir anlamlı cümlesi olmamıştı. Ama bizim rektörümüz seçkindi, Shakespeare oyunlarını kaçırmazdı. İşte Medeniyetin Kıroluğunu bu ülkeye getirenler seçkinci Beyoğlu naraları atanlar ve Beyoğlu’na kravatsız-papyonsuz çıkılmazdı diyenler böyle bir sınıfın ve ahlakın sözcüleridir.