Çocukluğumda düdüklü tencerenin mutfakta özel ve gizemli bir yeri vardı. Karmaşık görünümü ve çıkardığı buhar ve gürültüyle ürkütücüydü. Düdüklü tencerelerin patlaması üzerine “mahalle efsaneleri” de eklenince, bizim mutfak düdüklü ocaktayken, uzak durduğum bir yere dönüşmüştü.

Kapitalizmin kentlerini çocukluğumun düdüklü tencerelerine benzetiyorum. Çirkin ve heybetli duruşlarıyla,  çekici ve korkutucu ve bir o kadar da patlamaya hazırlar. Hepsinden önemlisi, şehir efsanelerinin tersine, belli aralıklarla ve bütün kuralları ihlal ederek, büyük gürültülerle patlıyorlar.

Kapitalizmin kontrolsüz ısınan fırınlarının üzerinde kentler birer düdüklü tencere gibi garip sesler çıkartıp, dışarı buhar verirken, bir yandan da dışarı verdiklerinden daha büyüğünü içerde biriktiriyorlar. İçerde basınç artarken, alttan ısı yükselmeye devam ediyor; gerisi bir kaçınılmazlık. Bilemediğimiz; hangi kent, ne zaman? Ekonomik krizler borsalarda oluyorsa, siyasal krizlerin adresi kentler! Patlayıp duruyorlar.

Son dönem Kahire, İstanbul, Londra, New York, bu tür patlamaların kentleri oldu. Geçen günler içinde ABD’nin sorunlu bir coğrafyası olan Baltimore patladı.

Bu kentlerin bütün farklılıklarına karşın bir özellikleri benzeşiyor; kapitalizmin cehennem ateşi derecesine ayarlanmış vahşet markalı fırınlarında ısınıyorlar. Ancak vahşi kapitalizmin her coğrafyada farklı toplumsal dinamiklerle tınlaşım içinde krizler yarattığı da bir gerçek. Kahire ve İstanbul da karşınıza kapitalizmin ateşine din temelli ayrış(tır)malar benzin döktü; Los Angeles ve Baltimore’da ırk temelli ayrımcılık ısıyı cehennem sıcaklığına çevirdi.

Baltimore uzun süredir sanayisizleşmeyle, işsizlikle cebelleşen bir kent. Ekonomiyi canlandırmak adına yakın dönemde uygulamaya sokulan soylulaştırma projeleri ekonomik sorunları çözmedi ama sıkıntı içindeki siyahların ağırlıkta olduğu işçi sınıfını yerinden yurdundan etti. Bir de üzerine, artan ekonomik sorunlara işaret etmek yerine, suç oranlarıyla kafayı bozan polis devleti anlayışı eklenince, Baltimore’un patlaması bir zaman meselesiydi.

Baltimore’u bir alev topuna dönüştüren ayaklanma, bir siyahın polis tarafından gözaltına alındıktan sonra ölmesine tepki olarak gelişti. Gözaltına alınan 25 yaşındaki Freddie Gray’in “nefes alamadığını” polislere bildirmesine rağmen yardım alamadığını, sonrasında da yaşamını yitirdiğini biliyoruz.

Baltimore’da çarpıcı olan yoğun gösteriler ve ayaklanma sonrası devletin tavrındaki değişimdi. Başta ayak sürüyen, polisleri koruyan anlayış, toplumsal tepkiler deprem etkisi yaratınca, yerini hızla davalar açan, altı polisi cinayet suçlanmasıyla tutuklayan bir reflekse bıraktı.

Baltimore haberlerini izlerken Hopa’da eylemler sırasında biber gazı soluduktan sonra kalp krizinden ölen emekli öğretmen Metin Lokumcu’yu, ve Yalova’da Vali’nin hakaretlerine maruz kalışının ertesi günü yapılan gösteriler sırasında yaşamını yitiren matematik öğretmeni Halil Serkan Öz’ü hatırladım. Ardından polis şiddeti sonucu yaşamını yitiren Gezi’nin gençleri, Ali İsmail, Ethem, Berkin Elvan aklıma geldi.

Aklıma geldiler çünkü Gezi sonrasında bütün toplumsal duyarlılığa, gösterilere, çağrılara karşın, devletin polisi koruyucu tutumu değişmedi, savcısına dava açtırmak yerine, savcısını feda edecek kadar inatçı bir tavır sergiledi.

Aradaki fark nedir? ABD Türkiye’den daha mı demokratik? Öyle olsa, gösterilerden önce polislerin tutuklanması gerekmez miydi?  Tek bir fark görüyorum, orada kapitalizm ve ırkçılıkla yakın temas halindeki kapitalist devlet hala büyük müteahhit rolüne uygun “meşruiyet” kaygısıyla toplumsal tepkileri önemsiyor. Burada öyle bir kaygıyı duyamayacak kadar pozisyonunu yitirmiş, taşeron bir iktidar var.

Ortak yönümüz? Hepimiz ısısı yükselen düdüklü tencerelerde yaşıyoruz; altımızda yükselen cehennem sıcağı, üstümüzde tavanı delik bir gökyüzü! Isındıkça ısınıyoruz!