Tuncel Kurtiz’i düşününce bütün hayatını en yalın ifadesiyle mücadele ile eğlenceyi birleştiren, doğaya başkaldırmış

Yazan ve yöneten: Mehmet Eryılmaz, belgesel, 1995

Tuncel Kurtiz’i düşününce bütün hayatını en yalın ifadesiyle mücadele ile eğlenceyi birleştiren, doğaya başkaldırmış ve yenilmemek için sürekli direnen insanın trajik öyküsü aklıma geliyor.
Bir yandan özgürlük arayan, öte yandan kardeşliğe hasret… Bir yandan gönül borcu olduklarına layık olmaya çalışan, öte yandan hayatı çirkinleştiren iktidara meydan okuyan, bir anlamda hayatı boyunca kendini ve ne yapılması gerektiğini arayan bir insan.
Hayatı sahneye, sahneyi sokaklara taşıyan bir insan, gerçek şu ki Tuncel yaşamın içinde oynayarak varolan bir insan, ama ne sahnede ne de sokakta hiç rol yapmayan birisi. Bir anlamda ötekini merak eden, ötekinde kendini bulan, kendi benliğinde ötekinin kimliğini arayan bir insan.

Denilir ki dünya genelinde hem sinemada hem de tiyatroda sahneyi de kamerayı da ağartan, hem sahnenin üstünde hem de perde gerisinde kimlik kazanmış insan pek yoktur. Tuncel Kurtiz’de insan hasetsiz hırsı, yaratmanın coşkusunu, direnmenin güzelliğini, gönül borcu taşıyabilmenin saflığını, kendine yalan söylememenin nezihliğini bulur. Bu saydıklarım içinde, hayatın bana öğrettiği kadarıyla ise en önemli erdem kendine yalan söylememektir, dahası aksi sahne insanları içinde en büyük ve kurtulunamayan hastalık anlamına gelir. Sanıyorum burada kendi içinde tatmin olmanın diyalektiği vardır. Kendi yaptığına inanmayan, ya da kendi yaptığı ya da yarattığı eserin “büyüklüğüne ikna olmayan” insan sınırsız bir oburlukla övgüye aç oluyor. Yaptığının ne olduğunu bilen, yapabildiğini görüp onu seven insan kendiyle barışık oluyor, sanıyorum hasedin sınırlarını çizen de budur. Bu fasit daireden çıkıldığında insan yalan söylemeye de ihtiyaç duymuyor. Öyle ki sahne ile sokağın birleşmesi de böylesi bir aşkınlığın eseridir, yani sokağın kuruluğu ve sahnenin yapay ışığı yetmediği sokak ile sahne diyalektik olarak birleştiriliyor, hayatı güzelleştirmek için bir yandan güzelin yaratılması, öte yandan sahnenin yalınlaştırılması, sokağın ise isyanın ıslah edici sesiyle şenlendirilmesi gerekiyor. Bütün bunların birleştiği yerde ise sahneye Bedr çıkıyor. Bir zamanlar basılmış, sonra yasaklanmış, ama tozlu raflarda gençliğin en ateşli zamanında bulunup okunmuş ve bütün hayatı boyunca rehber olacak direnmenin estetiği olarak Bedrettin Destanı… Direnişin zaman boyutunda ise dinginliği verecek ahlakı, paylaşmanın, paylaşabilmenin kardeşliği, Baba yasasına karşı oğul yasasını çıkarabilme çabasına karşılık geliyor Bedrettin Destanı. Bir yandan coşkuyla, ama sürekli sebatla çalışan insan, paylaştıklarını kısa dönemli çıkarlarına meze yapmayan bir insan, zamana karşı direnen insan, güncelin dayattıklarına teslim olmayan, rolüne kaptırıp kendini şeyh sanmayan insan… Muhtemelen oğul yasasının etkisiyle şeyhlere ihtiyaç duymayan, şeyhini uçurmadan duramayan insanın yalanlarına sığınmayan bir insan; ancak tatmini kendi benliğinden alırsa yapabilir bunu.
Güney’in ihtiyarı elinde film bobinleri Avrupa’yı dolaşıyor, gittiği her yerde bir sahne arıyor, anlatacaklarını sergilemek için, yüzyıllar sonrasında karşılarına çıkan Erasmus’un Deliliğe Övgü düzen diyonizyak sesini duyuyorlar, ötekinin çığlığını taşıyor içlerine, durgun limanlarda giderek suda boğulan balıklara dönmüş insanlar “sahnede soru soran insanın erdemini ve soluğunu” görüyorlar.
Aydınlanma Avrupa’da yenilgiye uğradığı zaman, adım adım pragmatizm yerleşmeye ve hiyerarşik bir nizam kurulmaya başladığı zaman, oğul yasasına karşı baba yasası öne çıkmaya başladığı zaman, ötelenen insanlar bir direniş hattı da önermeye çalıştılar, deyim yerindeyse bu direniş hattının trajik döneminde Tuncel Kurtiz Avrupa Sanatının içinde ülkemizi temsil etmiştir. 1968 hareketinin dünya çapındaki adım adım gelen yenilgi dönemi olan 1970-90 arasında Avrupa’da bir gezgin olarak isyanın sesini temsil etti. Yeni Dünya Düzeni iktidarını ilan ettiğinde Türkiye’ye geldi. Diyonizyak Türkülere en hasret duyduğumuz zamanlarda yani.
Bedr: Sinemada Bir Dolunay’ı seyrederken, adım adım benim kuşağımın hiç sahip olmadığı coşkunun bütün yenilgilere karşın nasıl içsel olarak taşındığını gördüm. Bizim kuşak hazin bir hürriyet yoksunu kuşaktır, o kuşak hiçliği ve kendi sesini bulmadan yaşamayı bir seçenek olarak benimsedi. Kuşağımızın en önemli hasretini sembol olarak taşıyabilecek bir sanatçıyla konuştuğumu düşünürüm zaman zaman.
Zarı atmış, mücadeleyi seçmiş, ama her aşamasında bir şenlik havası yaratmak için çabalamış, mücadelenin coşkusuna yaratmanın bilincini ve eleştirel aklın saflığını katmış olabilmek. Zamanın yıpratıcılığına karşı, sürekli kendi kendini dölleyebilmenin, yenileyebilmenin, başkalaşabilmenin ve ötekine aç olmanın verdiği direnç. Her kritik aşamada yeni bir çıkış bulabilmek, deyim yerindeyse, en kritik olan budur, yaşamın içinde sürekli gerekli dirim enerjisini bulabilmek, sürekli eyleyecek gücü, eyleyenin eleştirel akılla donatması. Hakikat odur ki kendi körlüğünün ışığında boğulmamak için, insan kendi ışığını bedeninde yaratabilmelidir. Bu ışığın aydınlattığı sahnede yapay neonların şaşası da yer almaz, rol çalmanın sahte yücesi de bir çıkışa dönüşmez, orada insan kendiyle baş başa kalır. İşte o anda insanın dirim enerjisi gerekir, içten gelen coşkunun rehberliği yıkıcı olabilecek sahte coşkunun yaratacağı inandırıcılık yitiminden sanatçıyı koruyacaktır.

Pusulayı şaşıranlar ışığı kendi içlerinde değil, dönemin ve güncelin çıkış tünellerinde bulanlardır. Ama kaçınılmaz olarak değişimin içinde “alternatif öteki tüneller” insanı kendi benliğine değil, iktidarın kapısını yöneltir. Orada huzura çıkmak için önce kendinizi reddetmeniz gerekir. Tuncel Kurtiz hem taşıdığı dirim enerjisi, hem kendi ışığıyla, dönemin hassasiyetlerine mahkûm olmadan, zamanın kalıcılık barajını aşabilen, enerjisini sahneye ve izleyicilere taşıyan birisiydi. Muhtemelen her zaman yapacak bir şeyleri olduğu için de ne geçmişin başarılarını abarttı ne de kendi yaptıklarının gölgesinde silikleşti. Ama zamanın ve tarihin tünellerinde ilerledikçe sürekli aydınlık performansları biz gördüğümüzde, geçmişle bugünün kesişme noktasında Dolunayla, Bedr ile karşılaşan biz olduk. Hayatın esiri olmadan, ama hayatı da reddetmeden yaşamak için zamana karşı direnç ve yaratmanın yenileyici etkisi, muhtemelen çıkışa götüren tek ışık kaynağıdır. Eğer bir belgesel seyrederken, insan 42 dakikalık bir filmde bile bir anda birçok çatışmalı duyguyu yaşıyorsa, diyalektik olanın dirimsel olanla çakışması dediğimiz şey bu olmalı.
Bilmem kaçıncı keredir dikkatimi çekiyor: Avrupa’da direnişin sesini taşıyan sanatçılar yıllar içinde, derin bir hüzne bürünüyor, ama Türkiye’de direnişin aktif üyeleri on yıllar sonra bile, insanın içini sevince boğan bir coşkuyu/öfkeyi ve kafa tutmanın erdemini birlikte hâlâ taşıyorlar.