Sistemik iktidar, kurumsallaştırıp yönettiği ‘akademik bilgiyi’ farklı formlarda ve sınırlı biçimlerde topluma sunarak gelişmeye açık bireyleri yönlendirir ve yönetir; böylelikle kendi yarı aydınlar ağını kurar

Beşer isterse şaşmaz

MURAT MÜFETTİŞOĞLU / mmufettisoglu@gmail.com

İktidar denen şeyin zinhar haz etmediği ve her koşulda riskli gördüğü iki durumdan biri ‘boşluk’ diğeri ‘süreksizliktir’. Bu ikisinden kaçınmak için, çok parçadan oluşan ve fakat tek parça refleksi gösteren kurumsal/tüzel bir bütünlüğü zaman içinde geliştirmesini bilmiştir. Etkin şekilde beylikler ve imparatorluklar dönemlerinde filizlenen, ulus-devletler döneminde yerküreyi sarıp sarmalayan bu sistemik yapı özünde yayılmacı ve baskıcıdır. Ürettiği “değerleri” insanlara hem doğrudan enjekte eder hem -sübliminal teknikler sayesinde- çaktırmadan işler: Siz Sandra Bullock’ın New York’ta 8. Cadde’de sevgilisiyle öpüşmesini izlerken arka planda A.B.D. bayrağı dalgalanır; aynı anda bir cemaat kiliseye, karizmatik ve hırslı beyaz yakalılar plazalara girip çıkarlar. Maksat, suni bir “ahlakın” ve güdümlü bir ruh halinin oluşmasını sağlayarak Beşer’i ehlileştirmektir. Üretip gözettiği belli başlı “değerlere” ve kıstaslara gelince:

Sartre’a göre ahlakın kökleri insan ihtiyaçlarındadır. Beşer’e ve Doğa’ya reva görülenleri daha iyi anlayabilmek için, ihtiyaçların kimler tarafından ne şekilde belirlendiğini bilmekte yarar var. Misal; kendi ihtiyacıyla birlikte başkalarının da ihtiyaçlarını karşılamak için toprağı işleyen ve herkesin aynı niyetle çalıştığından emin olan bir köylünün gözettiği ‘değerler’, olağan zamanlarda yardımlaşmaya, olağanüstü hallerde ise dayanışmaya karşılık gelir. Diğer yandan, toprağını yoksul köylülere işleten ve karşılığında hasattan küçük paylar veren bir ağanın gözettiği “değerler” apayrıdır. (Karşılıklı) iyi duyguların beslenmediği bu tür ilişkilerden ne kurucu değerler çıkar, ne de hakiki ahlak. Geleneğin ‘değer’ olarak bellettiği şeylerse, dönüp dolaşıp ağanın işine yarayan alışkanlıklardır. Bunlar, iyi-kötü, makbul-ayıp, doğru-yanlış, sevap-günah türü güdümleyici ve tehditkâr kıstaslardır. “İyi” kıstasların toplamı ‘itibarı’, “kötü” kıstasların toplamı ‘dışlanmayı’ getirir. Başta da dediğimiz gibi; iktidar ‘boşluktan ve süreksizlikten’ haz etmediğinden meselenin ahiret tarafını da düşünmüş; cennet-cehennem opsiyonunu ihmal etmemiştir.

Duruma göre ‘çizgisiz’ davranan, duruma göre ‘kırmızı çizgiler’ dayatan, özünde pragmatik, görüntüde demokratik bir iktidar aklı, sistemin temel dinamiklerine dokunmadan sadece dış aksamlarını yeniler ve yüzeyel hedeflerle yaşamın derin değerlerini ustalıkla buluşturabilir. Sözgelimi, bir ilaç devinin yoksul bir ülkenin sıtmayla mücadelesine destek vermesi, gerçekte kâr amacıyla dayanışma ahlakını buluşturup toplumsal tansiyonu kontrol etmek içindir. Zira iktidarın bütünlüğü ve sürekliliği sorunu devamlı bir risk analizini gerektirir. Riskin arttığı dönemlerde uygun güncellemeler yapılırken, riskin minimize edilmesi için insanların sistemin saflarında tutulmaları zorunludur. Bunun için baskı aygıtları ve popüler kültür kullanılır. Velhasıl sistemik iktidarın nerede başlayıp nerede bittiği belirsizdir, belki en güçlü yanı budur. Onu görünür kılmak, kendilerini kontrol alanının dışında tutabilen aydınların/entelektüellerin öncelikli görevidir. G. Deleuze ve M. Hardt, ortak çalışmaları Kapitalizm ve Şizofreni’de şöyle derler: “Devlet ideolojisini yüklenen kamu profesörlerine karşı nooloji özel düşünürlerin eylemidir: Kierkegaard, Nietzsche “bozkır ve çöllerde” otururlar ve “dışarısının düşüncesini” ortaya çıkarırlar. Düşünceden bir savaş makinesi ortaya çıkarmak budur.”

beser-isterse-sasmaz-196814-1.

Sistemik iktidar, kurumsallaştırıp yönettiği ‘akademik bilgiyi’ farklı formlarda ve sınırlı biçimlerde topluma sunarak gelişmeye açık bireyleri yönlendirir ve yönetir; böylelikle kendi yarı aydınlar ağını kurar. Kurumsallaştırılmış bilginin aktarımında görev alan akademisyenlerin gerçek birer aydın/entelektüel oldukları ise tartışmalıdır. Gerçek aydın/entelektüel, bilmenin dışında etiği de gözeten; muhalif tavrını iktidardan ve iktidar ilişkilerinden esirgemeyendir. Siyasal iktidarın yüzlerce ‘savaş karşıtı akademisyeni’ cezalandırmasının (derin) nedeni, hakiki bilginin özündeki bütünleyici etikten korkmasıdır. Parçalayıp böldüğü kitleler içinse geleneksel ve popüler bilgi üzerinden strateji üretir. Onları propagandanın ve manipülasyonun aktif alanında tutabilmek, geleneğin frenleyici, popülerizmin oyalayıcı etkisi sayesinde mümkündür. Az buçuk araştırmacı ruha sahip bireyleri ise pratik bilgiyle oyalar, daha doğrusu yetinmelerini sağlar: İhtiyaç halinde arama motorlarına girilir; işe yarayan alındıktan sonra çıkılır. Bu kısa süreli ve sınırlı birliktelikten hakiki bilginin çıkmayacağı, çıksa da içselleşmeyeceği aşikârdır. Bir meseleye yıllar harcamakla, geçici çözümler için reçete bilgilerle yetinmek arasındaki makas zamanla açılır; bugün olduğu gibi, insanlığı ‘elde var sıfır’ gerçeğiyle burun buruna getirir. Birikimler varsa da, mülkiyetleri ele geçirilmiş halde birilerinin bilgisayar ‘server’larında muhafaza edilmektedir. Kapitalizm tanrısı birim zamana daha çok iş sokuşturarak bilgiyi içselleştirecek zamanı bizden çalmaktadır. Sorun; artık kendimize, eşimize, çocuğumuza, dostlarımıza, ağaçlara ve kuşlara ayıracak zamanımızın da olmayışıdır. Yegâne değerimiz olan Yaşam’ın bu denli trajik hale getirilmesi suçların en büyüğüdür. Ve bu suç, sistemik iktidarlarca tasarımlanmış bir ‘temsili demokrasi’ yalanıyla örtbas edilmektedir. Bilhassa Birleşik Devletler’de başkanlık seçimlerinin diğer adı ‘şaklabanlık şovudur’. Bugünlerde Amerikan gazetelerinin malum sürmanşeti: Trump vs Clinton, presidential debate!*

İnsanları parti ve “sivil toplum” organizasyonlarına bağımlı kılan sistem, çalıştırdığı ‘seçme-seçilme’ mekanizması sayesinde ‘meşruiyet ve yasallık’ sorununu aşarken, alternatif demokrasi taleplerinin de görmezden gelinmesini sağlar. Daha vahimi, boşluğa ve süreksizliğe tahammül edemediği için çoğu muhalifi de kurgu demokrasinin alanına çeker ve hapseder. (Bknz. ana muhalefet partisinin hali).

Sistemik yapının, bizim gibi ‘az buçuk gelişmiş’ ancak bölgelerinde alt-emperyal devlet olma heveslisi ülkeleri bağlayan bir özelliği daha var: Yapının doğrudan temsilcisi konumundaki siyasal iktidarlar(işbirlikçiler), içeride ve dışarıda köşeye sıkıştıklarında -gerekçeli/gerekçesiz- otoriterleşme yoluna giderler. Yaslanabilecekleri bir gerekçeleri varsa onları tutabilene aşk olsun. Bu bağlamda, Erdoğan’ın ‘15 Temmuz Darbe Girişimi'nin Allah’ın bir lütfu olduğu’ beyanındaki açık sözlülüğü kaçırmamak gerekir! Malumunuz, peşinden gelen OHAL ve KHK’ler açık sözlülüğün ardılları, nihai hedefininse öncülleridir.

Yayılmacı ve baskıcı sistemin adı Kapitalizm’dir ve yeryüzünün irili ufaklı bütün iktidarları ona hizmet etmektedir. Önceden yalnızca bedenleri sömürürlerken, çoktandır zihinleri de ele geçirilmiş durumdalar. Milyonlarca diplomalı ve kişisel gelişim sertifikalı otomatlar, sistemin mekanizmalarını yağlamak için birbirleriyle yarışıyorlar. Neyse ki –sayıları az da olsa- itiraz edenler de var.

Sartre’la açtık, onunla kapatalım. Şöyle der büyük düşünür: “Önemli olan bizi ne yaptıkları değil; bizi yaptıkları şeyi bizzat bizim ne yaptığımızdır.”

Beşer, isterse şaşmaz!

(*) Trump ve Clinton arasında başkanlık tartışması