Bir Çin öyküsü: İpek Yolu

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in “Kuşak ve Yol Forumu”ndaki açılış konuşması, Çin devlet aklının uluslararası toplantılarda yaptığı her konuşma gibi çok güzel ve etkileyiciydi. Sanki dostluk ve işbirliği üzerine yazılmış bir Çin öyküsü gibiydi. Yani uzandığı her ülkenin refahına anlamlı katkı yapmasını, dostluk köprüleri kurmasını ve ülkeleri, halkları ve kültürleri birbirine yakınlaştırmasını umut ettikleri İpek Yolunun öyküsü.

İpek Yolu deyince çoğumuzun aklına Çin’de Xian (Şian)’dan başlayıp Fransa’ya kadar uzanan bir tarihi karayolu güzergahı gelir. Oysa bir de denizden giden bir İpek Yolu rotası var. Çin çok erken zamanlarda büyük gemiler yapabilmiş bir ulus ve önemli denizcileri var. Bu ticaret gemileri ve usta denizcileri sayesinde “Deniz İpek Yolu” ortaya çıkmış. Bu usta denizcilerden biri, yolun tarihine göre geç sayılabilecek bir dönemde yaşayan fakat denizyolu ticareti ve denizciliğe önemli hizmetleri olan ve açılış konuşmasında Xi’nin adını andığı Müslüman Çinli denizci Zheng He (1371–1433). Hani şu “Amerika kıtasını ilk Müslümanlar keşfetti” masalına adı karıştırılan büyük denizci ve kâşif. Karadan giden İpek Yolu eski güzergâhı hemen hemen birebir izleyerek inşa ediliyor. Fakat denizden giden yolun izlediği rota epeyce değişmiş. Eski rota, Ümit Burnundan geçerek Afrika kıtasını dolaşıyor ve Cebelitarık’tan Akdeniz’e (ve oradaki Avrupa limanlarına) uzanıyor. Yeni rota ise, (Kızıldenizi izleyerek) Süveyş kanalından geçip Akdeniz’deki Avrupa limanlarına ulaşıyor. Anlaşıldığı kadarıyla, merkez üs Yunanistan’ın Pire limanı olacak. AB bağlantısının lojistik üssü Yunanistan olacak gibi duruyor.

Bu “Kuşak ve Yol” projesi Çin açısından sadece İpek Yoluyla sınırlı değil. Bunun yanı sıra, Çin’in Asya’ya, Afrika’ya ve Rusya-Finlandiya üstünden Kuzey Avrupa’ya uzanmayı planladığı altı yol-kuşak daha var. Hepsi bir arada düşünüldüğünde, Xi’nin açılış konuşmasında anlattığı öykü, Asya’nın neredeyse tamamını ve dünyanın büyük bir bölümünü sarmayı amaçlayan bir hamlenin öyküsü. Geçenlerde Halkın Günlüğü gazetesinde yayınlanan bir köşe yazısında, “Çin entegrasyon arayışı içindeyken, ABD askeri yayılma peşinde” diye anlatılan o arayışın öyküsü.

Ekonomik ve siyasi ilişkiler ayrımı

Bu “entegrasyon arayışı” tabii ki bir ekonomik entegrasyon. Emperyalist niyet taşımadıklarını her parti kongresinde mutlaka vurgulayan ve dış dünyaya da her fırsatta anlatmaya çalışan Çin (bence bu konuda samimiler), emperyalizmin-emperyalist niyetlerin az gelişmiş ülkeleri siyasi ilişkiler yoluyla kuşattığını düşünüyor. Buradan hareketle, ekonomik ve siyasi ilişkileri birbirinden ayrı konular olarak ele alıyor ve ülkelerin siyasi işleriyle ilgilenmekten uzak duruyor. Tek tek ülkelerle kurdukları ilişkilerde bu politikanın bu güne kadar pürüzsüz yürüdüğü söylenebilir. Fakat emperyalizmin hegemonyasına çizik atan, çok sayıda ülkenin yer aldığı bu kadar büyük bir projeye orta-uzun vadede siyasi ilişkilerin de dâhil olmasından Çin’in nasıl uzak duracağı benim akıl erdiremediğim bir konu. Bu konuda ÇKP’nin nasıl bir cevabı olduğunu henüz bilmiyorum. ÇKP’nin, Marksizm’in “Altyapının belirleyiciliği” tezini (pragmatizm adına) tahrif ederek oluşturduğu “Ülkeler arasında karşılıklı kazanca ve birlikte gelişmeye dayalı ekonomik ilişkilerin yükselen düzeyi kültürel ve siyasal farklılıkları esnetir, önemini azaltır ve birbirine yakınlaştırır” tezi işler mi bilmem. Şayet işlerse, kimi kime yakınlaştırır/benzetir? Belki de sistemlerin zaman içinde bu “karşılıklı gelişme modelini” öneren Çin’e yakınlaşacağını umuyorlardır (Çin’in müdahalesi olmadan). Yine de biraz ekonomi-politik okuyan herkesin bildiği gerçek şu: toplumların refahı düzeyi yükseldikçe özgürlük ve demokrasi talepleri de artar. Bütün hayatı kuşatan fakat hesap sorulamaz bir yönetimi “kendilerine aş, iş ve nispi refah sağladığı için gözü kapalı onaylayacakları” beklentisi doğru değildir. Tıpkı Çin’de olduğu gibi, henüz homurdanma halinde/düzeyinde olsa bile…