İstanbul 1453 yılında 54 gün süren bir kuşatmanın ardından fethedilmiştir. Fetihle birlikte şehir üç gün yağmalanmıştır. Üç gün yağma...

İstanbul 1453 yılında 54 gün süren bir kuşatmanın ardından fethedilmiştir. Fetihle birlikte şehir üç gün yağmalanmıştır. Üç gün yağma yapılması padişah II. Mehmet’in buyruğudur.
Yabancı tarih kitaplarının pek çoğunda, İstanbul’un ele geçirilmesini izleyen cümle üç gün yağma yapılmasına ilişkindir. Yağma, kentin düşmesi denli bir önemle vurgulanmıştır.
Sistem içi, düzen içi tarihçi yaklaşımlarında, “fetih” altın cümlelerle sayfalarca bezenir, yağma hususu atlanır. Oysa, yağma, dönemin hukukuna ve siyasal/ekonomik düzenine aykırı değildir.
İstanbul’un günlerce kuşatılması sonrasında asker homurdanmaya başlar. Pek çok yerde olduğu gibi. Ganimet kaygısı başlar. Padişah komutanları toplar. Kentin bütün zenginliklerinin onların olacağını söyler. Normal zamanda bir gün olan yağma süresi üç güne çıkarılır. Üç günün bitiminde ise nöbetçi çavuşlar çıkartılır. Yağmaya devam edenler engellenir.
Hoca Saadetin İstanbul’un yağmalanmasını süslü bir biçimde anlatır; “Padişah buyruğu gereğince askere üç gün üç gece yağma tanındı. Onlar dileklerini boyunlarına dolayıp,  tatlı dilli güzeller, huri misali cariyeler ile gönül bağlarını gül yüzlerine kement ettiler, umutları gözlerinde parıldayan güzelliklerle safa buldular” (Tacü’t-Tevarih, 2. Cilt. Haz. İsmet Parmaksızoğlu). Osmanlı’nın tarihçisinin ballandıra ballandıra anlattığı bu yağmada halk Aya Sofya’ya kaçmış, kilisedekilerin bile bir kısmı esir/ganimet olarak alınmıştır.
Yağma ekonomisi, dünyanın her yerinde oldukça eski tarihlerde yaşanmış, tarihe karışmıştır. Asya/İslam kültüründe ise bu uygulama görece yakın zamanlara değin ana ekonomik bir yol olarak kabul edilmiştir. Dar-ül Harp sayılan, İslam olmayan ülkelerin hepsi genel olarak ganimete konudur. Osmanlı İmparatorluğunun gerilemesinde, ülke kaybı ve “yağma”dan gelen ganimet/gelir yollarının tükenmesi etkenlerden biri olarak sayılmıştır.
Yağma kültürü sosyal bir gen olarak hala kanımızda. Üstelik en ilkel haliyle. Roma hukukundaki incelik, Asya/Müslüman toplumlarında oluşmamıştır. Roma Hukukunda “bulunmuş mal” kavramı vardır. Sahipsiz bulunan mal için bile mülk edinme ince kurallara bağlanmıştır. Burada tipik bir Avrupa merkezci ve elitist bir tavırla topluma üsten bakan bir konumda olmak istemiyorum. Basit ve yüzeysel karşılaştırmalarla kuramlar kurmak da amacım değil. Ancak, İstanbul’da yaşanan son yağma ilkelliğinde artık bazen diplomasiyi bırakmak ve eşyaya adıyla seslenmek gerekiyor.
Toplumu gericileştirme, toplumu sadaka ile yönetme bir politik tercih olunca, ilkel genlerin en küçük fırsatta ortaya çıkmasına, yetkililer utanmadan şaşırıyorlar.
Doğrusu, bu yazının temel kurgusu “yağma” olayından önce oluşturulmuştu. Birkaç haftadır yazdığım tarihsel değinilerin devamı olarak sıra yağmaya gelmişti. Bu maliye yöntemi ile yüzleşilmediği, bunun tarihsel, toplumsal muhasebesinin tam olarak yapılmadığı gibi yüksek entelektüel çıkarımlarda bulunacaktım. Hayat beni aştı. Yağma kültürü, haydutluk olanca gücüyle toplumda bir temel kültür olarak korunurken, hangi yüzümüzle yüzleşmeden söz edilebilir ki? Üstelik bu saldırı, kimi batı metropollerinde yaşanan ani yağmalara da pek benzemiyor. O örneklerde, kapitalizmin sıkı işleyişi içinde oluşan ara/ani gevşeme anlarında, standart sapmalarda yaşanan bilinçli/bilinçsiz anti-kapitalist bir öz bulmak olası.
İstanbul’da 1204 de Birinci yağma yaşandı. Yapanlar Haçlı/Latinlerdi. İkincisi 1453’de; her şeye karşın meşru.
Üçüncü yağma, her ikisinden kötü, geri ve ilkel. Dediğimiz gibi, suç da olsa metropol yağmalarında içselleşen yasadışı yüceltilme koşulları bile yok. Her şeyi kendi mülküne katma,  kendi sınırlarının dışındaki her şeyi düşman toprağı görme ırkçılığı… Bunu yapanlar, fırsatını bulsalar, cinsel tecavüzde de bulunurlardı… Yüzümüz yok yüzleşmeye… Bilinçli olarak yaratılan kültürel düzey ortalama kalite budur.

Haftanın dizesi;
“Söz bitti. Annem öldü. Saklanacak karanlığım kalmadı.” (Oya Uysal, Kimselerin Akşamı, YKY)