Yemek dağıtımı yapan kuryenin bizim binaya giriş çıkışı, Le Guin’in “Omelas’ı Bırakıp Gidenler” başlıklı kısa hikâyesini çağrıştırdı.

Omelas, Le Guin’in öyküsünde görünürde herkesin mutlu olduğu, refahın ve özgürlüklerin kenti olarak tasvir edilir. Ne güçlü liderleri ne de gelişkin bir devlet aygıtı vardır. Kırmızı çatılı evleri, bakımlı sokakları, limandaki alımlı tekneleri ve festivalleriyle Omelas, yaşlısıyla genciyle özgür yaşamlara ev sahipliği yapan, sorunsuz, ideal bir kenttir.

Ne var ki bu mükemmelliğin gerisinde, herkesin bildiği ve çocukların belli bir yaşa gelince öğrendiği bir “küçük sır” vardır. Bir bodrum katının penceresiz bir odasında on yaşlarında bir çocuk, dışarı çıkmasına izin verilmeden, sefil bir yaşam sürmektedir.

Kendi dışkısı üzerinde yaşamaktan her yeri yara içinde olan bu çocuk, Omelas’ın çizdiği mutluluk tablosunun tümüyle dışındadır. Dahası Omelas’ın mutluluğun gerisindeki tek kural, çocuğun sefaletinin devamıdır. Eğer bu talihsiz çocuk, içinde bulunduğu esaretten kurtarılıp, herkesin sahip olduğu koşullara ulaşırsa, işte o gün Omelas’ın bütün refahı ve güzelliği sona erecektir. Çocuğun mutlu edilmesi, binlerce insanın mutluluğunun elinden alınmasıyla sonuçlanacaktır. Böylece binlerin refahı, çocuğun sefaletini ve kapatılmasını haklı çıkaran gerekçe haline gelir.

Birçokları için bu tür bir bedel, kazanımları dikkate alındığında anlaşılabilirdir. Buna inananlar, daha ileri gidip, çocuğun zaten başka türlü yaşayamayacağına, dış dünyaya uyum gösteremeyeceğine de kendilerini inandırırlar. Ama kemiren bir huzursuzluk hep oradadır. İyi bir gerekçeyle de olsa bu küçük çocuğun hiç suçu yokken ağır bedeller ödemesi Omelas’ın çözülemeyen çelişkisini teşkil eder. Çocuğu görmek için giden bazen çocuklar ve gençler, bazen yetişkinler, ansızın ve teker teker Omelas’ın bütün sunduklarını geride bırakıp, evlerine dönmeyip kenti terk ederler. Gittikleri yer, bu mutlu yerle karşılaştırıldığında daha az tahayyül edilebilirdir. Hatta tanımlamak mümkün değildir. Dahası belki böyle bir yer de yoktur. Ama gidenler, bir biçimde nereye gittiklerini bilmektedir.

Adaletsizlikler karşısında itaat etmek yanında, karşı çıkmayı ya da orayı terk etmeyi seçebilirsiniz. Omelas’ın nüfusunun büyük bölümü, refahlarını korumak adına çocuğun acı çekmesini kabul ettikleri ölçüde itaati seçerler. Öte yandan Le Guin’in bu küçük hikâyesini zor hale getiren terk etme eyleminin gerçekte ne anlama geldiğidir. Başkaldırı imkânsız hale geldiğinde çekip gitmek de bir isyan mıdır sorusunda sıkışsa da Le Guin, bu soruyu yanıtlamayı bilinçli biçimde reddedip, yargıyı okuyucuya bırakır.

Le Guin’in hikâyesi, kurban mantığının toplum düzenin temeline konulmasına ilişkin. Bu konunun önemli ismi Girard, Hristiyanlık, suçsuz birini çarmıha gerdiği andan itibaren kurbanı toplumsal şiddeti önlemede etkin bir mekanizma olmaktan çıkarmıştır, der. Le Guin’in hikâyesinde de benzer bir durum yok mu? Sağlayacağı olanaklar ne kadar büyük olursa olsun, masum bir çocuğun kurban edilmesi üzerine bir toplumsal düzen inşa edilemez.

Pencereden, yemek getiren kuryeye bakarken, emeğini masaya koyan bir işçi görmedim; masadaki, genç bir insanın yaşam hakkıydı. Pandemi hiçbir şeyi göstermediyse, çalışan sınıfların dikkate değer bir bölümünün çarkların dönebilmesi için hemen her yerde nasıl kurban haline getirildiğini gösterdi. Bu hesapta olmayan durum hemen her yerde toplumsal hafızaya çakılmış bulunuyor.

Terk etmek meselesine gelince… Gidilebilecek her yerde kuryelerin kapitalizmi açığa düşürdüğünü, dolayısıyla gidilebilecek bir dışarısının da en azından artık olmadığını söyleyebiliriz. Ne yapıyorsak burada yapacağız. Ya duruma itaat edeceğiz ya da durumu değiştireceğiz.

Le Guin’in bu küçük hikâyesini okuyarak başlayabiliriz…