İyileşmesi imkânsız acıları deşmek niyetiyle yazmadım bunları. Ete kemiğe bürünmüş bombalar üreten habis zihniyet, biz huzursuzların dilinde bakiye minvalinde sözlerin de kalmasına neden oluyor. İnanın, söylemesem eksik hissederdim

Bitmeyen ölümler, bakiye sözler...

MURAT MÜFETTİŞOĞLU

‘Erdal Eren, Uğur Kaymaz, Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım, Hasan Ferit Gedik, Berkin Elvan, Özgecan Aslan, Nuh Köklü, Bahadır Grammeşin, Koray Çapoğlu, Cebrail Günebakan, Hatice Ezgi Saadet, Uğur Özkan, Nartan Kılıç, Veysel Özdemir, Nazegül Boyraz, Kasım Deprem, Alper Sapan, Cemil Yıldız, Okan Pirinç, Ferdane Kılıç, Yunus Emre Şen, Çağdaş Aydın, Alican Vural, Osman Çiçek, Mücahit Erol, Med Ali Barutçu, Aydan Ezgi Salıcı, Polen Ünlü, Nazlı Akyürek, Serhat Devrim, Ece Dinç, Emrullah Hamur, Murat Yurtgül, Erdal Bozkurt, İsmet Şeker, Süleyman Aksu, Büşra Mete, Duygu Tuna, Nuray Koçan.’

Canları erken alınan canlarımız... Çiçek Çocuklarımız... O kadar çoklar ki, bilmediklerim, yazmadıklarım için n’ olur bağışlayın. Çoğu yirmibeşini bile göremedi, yani ortalama bir ömrün üçte birini. Azrailleri, beyaz gömlek, ceket, kıravat, üniforma, şalvar giymiş aramızda dolaşıyorlar. Baş Azrail geçtiğimiz Mayıs’ ta öldü, öldüğünde (rakamla ve yazıyla) Sekiz yaşındaydı. Devletin adaletinin de “ilahi adaletin” de sağ eğilimli olduğu o kadar açık ki! Yarı şaka yarı ciddi; Tanrı’ nın varlığını ya da yokluğunu sorun etmeyenler, yani agnostikler, en azından bu benzerlik üzerine kafa yorabilirler.

Ortada, hem “taraflı bir Tanrı tarafından yaratılan” hem de “taraflı bir Tanrı’ yı yaratan”, sırf bundan ötürü bile bertaraf edilmesi gereken habis bir zihniyet var; hakiki adaleti sağlama niyeti ve ihtimali fıtratında olmayan bir zihniyet.

Resimler, yüzler, anlar geliyor gözlerimin önüne. Hayatı kuran, onu dik tutan iyi insanların acıklı halleri. Zihnime bir resim düştü: Kederli bir anne, kapkara bir Ankara kışında oğlunun tabutuna bakmaktadır, tabutun üstündeki kartopları da anaya... “Nolur, bütün bunların bir rüya olduğunu söyleyin bana” demişti, karlar içinde, kanlar içinde yatarken oğulcuğu. Sırtını üşüten kar kadar soğuk, dükkanın camını bir cana tercih edecek kadar habis bir gerçeğin kurbanı olduğunu söyleyemedik ona. Üzgünüz, hem de çok üzgünüz çocuk...

Çocuk dediğin annesinden gizli sokağa kaçar, kaçarken belki babasına yakalanır. Dünyanın en güzel kaşlı çocuğu, parlak bir Haziran günü ekmek almaya giderken ölüme yakalandı. ‘Ekmek almaya değil, polisle çatışmaya gittiğini’ iddia edenler şunu “akıl edemediler”: Onbeşinde biri ne kadar çocuksa -ki bilim öyle söyler- en “atar” eylemi de o kadar oyundur. Lakin, devletin adaleti oyun oynamaz, vurur... Zihnime bir resim düştü: Kadın, çömelmiş bir çocuğun taşlaşmış omzuna dokunurken yüzündeki derin kederi ve özlemi gizleyememektedir. Ve bir ekmek, taşlaşmış halde çocuğun ayakları dibinde durmaktadır. Kadın, çocuğun -elinde ekmek- eve dönmeyeceğini bilmektedir... Muhtemelen çocuk annesinden çok yaşayacak. Bir annenin çocuğundan daha az yaşamak istemediği tek an’ dır belki de. Lütfen sorun kendinize; çocuklar ekmek almaya giderken neden öldürülürler?

Psikolog olmayı belki onbeşinde kafasına koymuştu. Belki bir gün, kendisini katleden habis zihniyete ayna tutacaktı... Olamadı... Başbakan, acılı babanın sözleri için “insanlık destanı” yorumunu yapmıştı. Baba, kızını koruyamayan devlete, “ilahi” adalete, yani habis zihniyete isyan da edebilirdi, küfür de. Ne derse desin; hakkıdır, yeridir. Sessizce dinlersiniz, adamcağınızın omzuna dokunur veya sarılırsınız. Acı başka türlü paylaşılmaz çünkü. Başbakanın yaptığı artistik yorum, acılı durumla samimi bağ kuramamış birinin çuvallamasından başka şey değildi. Kaldı ki, bir zihniyeti habis yapan şey, o zihniyete ait olmayan sahte inceliklerdir...

1980 senesinde 17 yaşındaydı, neresinden baksanız masumdu. Devletin adaleti bir gecede yaşını büyütüp astı; ihtimal, “ilahi” adaletin temsilcisi bir imamı da hazır etmişti yanında. Katlinin üzerinden tam 35 sene geçti. Arşivlerdeki son fotoğrafında, cezaevinin yıkık dökük bir kapısının önünde tertemiz dikilmektedir... Arkasından şarkılar yapıldı, şiirler yazıldı: Büyü de baban sana / büyü de büyü / baskılar işkenceler kelepçeler gözaltılar / zindanlar alacak / büyü de baban sana / büyü de büyü / büyüyüp de onyedine geldiğinde baban sana / idamlar alacak* Otuzbeş sene sonra anacığı da sessizce terk etti hayatı... Zihnime bir resim düştü: Masmavi bir muhabbet kuşuna bakıyordu kadın, yaşlıydı, muhtemelen son fotoğrafıydı. Ve muhtemelen o kuşta oğulcuğunu görüyordu. Belki bu yüzden gülümsüyordu…

Sessizce bekliyorduk... İnsanlar öyle ağırbaşlı, öylesine onurluydular ki. İçimizi ölüm, dışımızı güneş yakıyordu... Cemevi’ nin morgundan avluya çıkardıklarında Ezgi Can’ı, havadan da ağır bir kederle kıpırdandı bedenler. Bir iki çığlık duyuldu, bir kaç slogan atıldı, sesler binaların yoksul gövdelerine çarpıp dağıldılar... Ve bir adam megafonu eline aldı, yorgun ve acılı sesini zorlayabildiği kadar zorlayarak şöyle dedi: “Kızım sadece çocuklara oyuncak götürmek istedi...” O an, zihnime taptaze bir resim düştü: İki genç kadın yan yana toprağa uzanıp el ele tutuşmuşlar, ağaçlardaki kuşları sayıyorlardı... Suruç hiç bu kadar kötü kokmamış, Pirsus hiç bu kadar sıcak olmamıştı...

Cemevi’nin avlusundan çıkıp caddeye doğru yürüdüm. Yoldan öfkeli arabalar geçiyordu, binalar üstüme üstüme esniyordu, etrafta aç kediler, aç çocuklar vardı. İçindeki hayatlar nasılsa, şehir de öyleydi. Son günlerde olup bitenleri düşündüm. Aslında her şey “olması gerektiği” gibiydi. Habis zihniyet, bütün zamanlara, bütün mekânlara yayılmıştı, temizlenmeliydi. Bizimse neşterlerimiz yoktu. Ancak, neşterden daha keskin bakiye sözlerimiz vardı...

İyileşmesi imkânsız acıları deşmek niyetiyle yazmadım bunları. Ete kemiğe bürünmüş bombalar üreten habis zihniyet, biz huzursuzların dilinde bakiye minvalinde sözlerin de kalmasına neden oluyor. İnanın, söylemesem eksik hissederdim. İnsan, nedense verdiğinde bütünleniyor...

(*) Gülten Akın’ ın 42 Gün adlı şiir kitabından