Son günlerde çok “ağlak” bir cümle çokça kuruluyor? “Bize ne oldu böyle?” sanki ömrümüz hep balla börekle geçmiş de birden her şey kötüye dönüvermiş! Bu yakınmadaki içtenliği kabul etmekle birlikte, aslında burada bir orta sınıfın huzursuzluğu var. Kendine ait steril kapak, zamanın şiddeti ile köşelerinden soğuk almaya başlıyor.

Bize bir şey olduğu yok; her şey eski tas eski hamam. Son elli altmış yılda ne oluyorsa o oluyor. Örneğin 1942’de yaşanan  “Varlık Vergisi” vahşetinde ne olduysa! 6-7 Eylül’de ne olduysa… daha başka; 1964’de Türkiye’de yaşayan Yunanistan pasaportlu vatandaşların “sürülmesi” gibi… Türkiye, Kıbrıs sorunu nedeniyle bir misilleme yapar 1964’te. Bir gecede on üç bin Rum Yunanistan’a sürgün edilir. Çünkü onlar Türk tabiiyetinde olmadığı için Lozan koruması altında değillerdi. Böylesi bir diplomatik kısası, bırakalım sokak gözüyle farkındalık beklemeyi, şimdiye kadar hangi yaratıcı gözümüzle gördük; şiir, müzik, öykü?

12 Mart’ı, 12 Eylül’ü geçiyorum. Kırk yıla yaklaşan kirli savaşı da geçiyorum. Çünkü bu konulardaki vahşeti bir köşeye sığdırmanın olanağı yok. Ancak, 12 Eylül Anayasası’na verilen oy oranı hala bir onarılmamış zihin kazası olarak duruyor.  Her şey bir yana, en kaba toplumsal rıza üretimi ve toplumsal kabul sağlama yöntemi ile avlanan bu toplumsal ortalama düzeyimizdir bize ayna. Maraş, Çorum, Sivas Katliamları diyelim ki 12 Eylül öncesi karanlığında yaşandı. Ama sonraki Sivas katliamına ne demeli! 12 Mart 1995’te İstanbul Gazi Mahallesi’nde başlayan ve üç gün süren devlet katliamına ne kadar ses çıkardık? Devlet mermisiyle öldürülen çocuklar başka bir vahşet…

Belleğimizi zorlamanın gereği yok. Çok yakınlara gelelim. Suriye ve Kobani’de yaşanan vahşete! Hâlâ kaç bin kadına tecavüz edildi, kaç bin kadın satıldı ve hâlâ kaç bin kadın, erkek iktidar gücünün uygulama ve kendini gösterme malzemesi olarak acı çekiyor, belli değil. Bu konularda da sokağın duyduğu bir vicdan ağrısı varsa, bunun varlığı nasıl ölçülür? Şimdiye kadar “Suriyeli Göçmenler” meselesi, ısırdığımız bir lokma kadar çenemizi yordu mu acaba?  Yine sokağı es geçelim; bu konuda, en çok duyarlı olması gereken yazarlara, aydınlara düşen görev, sorumluluk ne kadar yerine getiriliyor?

Vahşetin sorumlularına “katil” diye şiir yazan bir şair değildi Onur Kılıç. Tutuklandı; çıktı. Bütün şair ve yazarlar kendilerini tutuklatsın diye bir önerimiz elbette yok. Özgürlük değerlidir. Ama insan ve toplum da değerlidir. Onur Kılıç’tan önce şairlerin de en az Onur kadar onurlu ve cesaretli olması beklenirdi. Yoksa kendini dışarda tutan bir haletiruhiye ile “bize ne oldu böyle” hüzündürüklerinin beş paralık bir romantizmi yok.

Yakın zamanda IŞİD; Asuri, Süryani ve Keldani’lerden oluşan 200 kişi kaçırmış. Daha önce de böyle kaçırmalar olmuş ve hepsi de vahşice öldürülmüştü. Turabdin Platformu bu konuda bir açıklama yaptı.  Metin şöyle bitiyor; “Her şeyin sonunda, düşmanlarımızın sözlerini değil, dostlarımızın sessizliğini hatırlayacağız”

Hatırlanacak o kadar sessizliğimiz varken, “Bize ne oldu böyle” imiş! Bize bir şey olduğu yok; aynı sessizliğimizle insanlığımızı öldürmeye devam ediyoruz. Sözüm, bu gibi ağlak sözlerle kendini bütün sorumluluklardan sıyırdığını düşünen aydın, yazar ve şairleredir aslında!

Haftaya dize; “Yitirilen çığlıklar hangi sessizliğe sığar ki”