“Normalliğin görüntüsü yanıltıcıdır” der Ulrich Beck. Söylediği doğrudur ama her söz gibi eksiktir. Normallik bir görüntü olarak yalnızca yanıltıcı değil aynı zamanda büyük trajedilerin üstündeki örtüdür. Neyin normlara, yani kural, alışkanlık ya da öğrenilmiş çaresizliklere uyduğunun ortaya konulmasıdır ve tam da bu haliyle anormal olarak kabul edilenin sınırının çizilmesidir. Normal olan yanıltıcıdır. Ancak yanıltıcı olduğu kadar tehlikelidir. Çünkü aslında bir norm’u ortaya koyarken anormal olarak kabul ettiğinin -en naif haliyle- psikiyatrinin kucağına atılmasını dayatmaktadır. Normal olan tehditkârdır çünkü kendisinin dışındaki her şeyi kendisine benzetmeye –mutlaka- çalışacaktır. Benzetemediği kötü, bozguncu, sapkın ya da marjinal olarak kodlanarak yaşam alanı daraltılıp ölüme terkedilecektir.

Normallik, var olabilmek, kendini güçlü kılabilmek için yığınlara kötülük ve sefilliğin türlü hallerini sergileyecek, onlara, sisteme uyum sağlamadıkları halde nelere dönüşeceklerini sürekli hatırlatacaktır. Kötülük ve sefilliğin yığınların hayatlarında görünür kılınması demek, onların istemeye istemeye gittikleri, lanet ederek çalıştıkları, yalnızca aç kalmamak için bir başka insanın egosunun, kibrinin hırsının altına girdikleri işlerinin ilk çalışma gününe “pazartesi sendromu” demelerini sağlayacak ve tam da o sefil ve kötü olanın varlığı nedeniyle, hallerine şükredip pazartesi sendromlarını bir kahveyle geçiştirmelerini sağlayacaktır.

Öyleyse tadını çıkar, anı yaşa, drink kafe mocha.

Ve sistem bütün hayallere ket vurmaya ve asıl onları kontrol altında tutmaya hevesli ve daha da ötesi mecbur olduğundan, sizin ne kadar değerli olduğunuzu ve aslında ‘bugünlerde ihtiyacınız olan tek şeyin kentin hengamesinden uzaklaşarak kısa bir tatil yapmak’ olduğunu size defalarca hatırlatacaktır. Ve böyle bir tatilin de pahalı geldiği çok kereler görülmüştür. Bu durumlar için salondaki berjerin değiştirilmesi de önerilecektir ve hatta devrim olarak nitelendirilecektir. Reklam panolarında insanlığın en alçak hallerinin ve ikiyüzlülüğünün sergilenmesi de işte tam olarak bundandır.

Böyle bir dünyada normalliği beslemek adına yapılacak her iyilik kötülerin bekçiliğini yapmaktan öteye gitmeyecektir. İlginçtir. Hasta eden, insanı kendisiyle karşı karşıya getiren, çelişkileri derinleştirip zavallılığımızı yüzümüze vuran ve büyük yığınları doktorlara muhtaç eden “iyilik” denilen o acımasız duyguyu insanın başına musallat eden normalliği parçalamanın tek yolu, önce normalliği besleyen iyiliği parçalamaktan geçmektedir. Ve bu aslında büyük bir trajedidir. Çünkü bunun için insanın önce kendisini kırması, kendisiyle yüzleşmesi, kendisini parçalaması gerekecektir.

Artık normallik korkutucu boyutlara ulaşmıştır ve kendisini kurarken her şeyi yıkarak ilerlemesini devam ettirmektedir. Faşizm, normalliğin hayatın en ince kılcallarına kadar yerleştirilmesidir. Tıpkı, bir virüsün kendisiyle savaşacak bağışıklık sisteminin elemanlarına yapışıp önce onları etkisizleştirmesi gibi, normallik de bakışlarımızda, arzularımızda, hayallerimizde bizi, bizzat bizim aklımızı ve ruhumuzu günden güne kemirmeye devam etmektedir, edecektir. İşte bundan dolayı insanın önce kendi kalbini kırmaya mutlaka ihtiyacı vardır.

Normal olan bizi çevreleyip sarmalamıştır. Ve bu yalnızca yanıltıcı değil, ahlaksızcadır.

Ve bizi, -öldürecekse- bunca zulüm içinde bu keder değil, bu alışmak, bu normalleşmek öldürecektir.