Koronavirüs salgınının neoliberalizmin sonu anlamına gelmediğini, küresel kapitalist sistemin ‘tehlikede’ olmadığını görüyoruz. Krizden çıkan dünya, krizden önceki dünya kadar adaletsiz ve istikrarsız olacak.

Bu düzen kendi başına değişmez

Grace Blakeley

Vladimir Lenin, Devlet ve Devrim isimli kitabında kapitalizm üzerine şunları yazar; “Tekelci kapitalizmin, kapitalizm olmaktan çıkacağı… burjuvazinin reformcuları tarafından ortaya atılmış hatalı bir iddiadır.” Lenin’e göre kamu harcamalarının yüksek seyrettiği ve kamu varlıklarının da nispeten çeşitli olduğu kapitalist rejimler, ‘devlet sosyalizmi’ ile karıştırılıyordu.

Noeliberal ideolojinin 1970’lerden itibaren yükselişe geçmesi, bu yanılgıyı daha da güçlendirdi. Neoliberal teorinin temeli, ‘piyasanın’ ve ‘devletin’ ayrı alanlar olduğu ve her ikisinin de farklı işleyiş mantığına sahip olduğu varsayımına dayanır – biri ekonomiyi, diğeri siyaseti ilgilendirir. Noliberallere göre insanlık piyasanın ekonomik mantığı ile yönetilmelidir, devletin sorumluluğu ise yalnızca piyasanın verimli çalışabileceği koşulları yaratmak olmalıdır.
Bu yaklaşımın temelinde yatan varsayım, insanların toplumda özgürce var olması için, serbest piyasanın ön koşul olduğudur. Aynı yaklaşıma göre kamu varlıklarının ya da harcamalarının yüksek seyretmesi, sıkı denetim mekanizmaları oluşturulması ise eninde sonunda totaliter uygulamalara yol açardı.


Son elli yıldır tecrübe ettiğimiz neoliberal hegemonyanın bizi getirdiği noktada devletin piyasayı yönetmesinden ziyade, piyasa tarafından yönetildiğimiz bir noktaya geldik. Neoliberal dönem, devlete ‘rağmen’ piyasayı güçlendiren politikalara yol açtı. Kaynakların özelleştirilmesi, emek hareketlerine yönelik saldırılar, kamu hizmetlerindeki daralma, devlet bürokrasisinin piyasa mantığı ile işletilmesi, ve benzeri…

Bu neoliberal söylemin problemi, gerçekte devletten bağımsız bir piyasanın var olmamasından geliyor. Piyasaların işleyebilmesi için devletin altyapıyı inşa etmesi gerekir. Kapitalizmin işleyebilmesi için ise kriz sonrasında devletim devreye girip hasarı onarması gerekir.

BİÇİM DEĞİŞTİREN NEOLİBERAL SİSTEM

Aslına bakarsanız neoliberal dönemde devlet kurumları küçülmedi, yalnızca biçim değiştirdi. Savaş sonrası dönemde kamu harcamaları işsizliği azaltmak için kullanılmış, emek örgütleri ise işverenler ve devletle sıkı pazarlıklar yürütmeyi başarmıştı. Şimdi ise işsizliği azaltmak yerine, tüketici enflasyonunu hedef alıyorlar ve emek örgütlerini denetim altına almayı tercih ediyorlar. Diğer bir deyişle, neoliberal devlet küçük değildir, yalnızca sermayenin çıkarlarını savunmak için inşa edilmiştir.

Bu açıdan ele alındığında, Covid-19 salgını sırasında ‘kapitalizmin radikal dönüşümüne’ tanıklık ettiğimiz yönündeki tezler boşa çıkıyor. Devletler kesenin ağzını açıyor çünkü şirketlerin ve finans mekanizmasının yine kurtarıcıya ihtiyaçları var. Finans krizi sonrasında devletlerin ve merkez bankalarının küresel finans sistemini ayakta tutmak için trilyonlarca dolar harcamasıyla da aynı şeyi görmüştük.

Ekonomik faaliyetleri durma noktasına getiren salgın neticesinde gelişmiş ülkelerin merkez bankaları ekonomiyi kurtarmaktan başka seçeneklerinin kalmadığını görüyorlar. Kimileri buna dayanarak ‘neoliberalizmin sonuna’ tanıklık ettiğimizi öne sürdü. Fakat harcamaların dağılımına baktığımızda durumun böyle olmadığı anlaşılıyor.

İlk olarak merkez bankaları harekete geçirildi. Dört büyük merkez bankası, para basmaya ve varlık alımı yapmaya koyuldu – bunu ‘parasal genişleme’ adıyla anıyoruz. Finans piyasalarındaki oynaklık böylece düşürüldü ve varlık fiyatları canlı tutuldu. Finans krizi sonrasında on yıldır ağır seyreden büyüme sayesinde, parasal genişleme zaten yeni normalimiz haline gelmişti ve merkez bankaları yakın zamanda bilanço daraltmayacaklarını söylüyorlardı.

Neticede ABD piyasalarında gördüğümüz gibi, varlık fiyatları yükselişe geçti. Ekonomik büyüme düşerken ve değişen yapısal koşullar toparlanmayı zayıflatırken, finansal varlıklar yükselişlerini sürdürdü. Parasal genişlemenin de katkısıyla geçtiğimiz yıl yaklaşık 500 yeni milyarderimiz oldu.
İkinci adım, hazine ve merkez bankası eliyle ucuz kredi dağıtmak oldu. Birleşik Krallık’ta Easy Jet ve Amerikalı petrol devi Schlumberger İngiltere Merkez Bankası’ndan devasa krediler aldı. Karşılığında işten çıkarmalar aynen devam etti fakat hissedarların kazancı hasar almamış oldu. ABD resmen özel şirketlerin tamamını kurtardı. Üstelik kurtarmadan yararlanan şirketlerin birçoğunun adı vergi kaçaklığı ile anılıyor.

Finans sektörü ve büyük şirketler kurtarıldıktan sonra sıra küçük işletmelere ve gayrimenkul sahiplerine geldi. Küçük işletme kredileri ve ipotek destekleri açıklandı. Fakat karmaşık bürokrasi neticesinde birçok küçük işletme bu desteklerden yararlanamadı.

İşçi sınıfına verilecek destekler, ancak sözünü ettiğimiz kesimlerin ihtiyaçları karşılandıktan sonra gündeme gelebildi. ABD’de yoksullar verilen destekleri temel ihtiyaçlarını karşılamak için kullanırken, zenginler uçuşa geçen borsada para kazanmak için kullandı. Sonuçta gelir adaleti daha da bozulacak; zenginler salgından hisse zengini olarak çıkarken, yoksullar daha da fazla borçla çıkacak.

Biden’ın ikim değişikliği konusundaki sözleri ve ABD’de emek hareketine verdiği desek de çokça konuşuluyor. Verilen sinyaller doğru fakat Biden’ın bu adımları atmak zorunda kalmasında şaşılacak bir şey yok. İşçiler tüketim harcaması yapmazsa, düşük talep ekonomiye hasar verecek. Giderek yaygınlaşan doğal felaketler de ABD’nin iklim çöküşünü kaldıramayacağını gösteriyor.

Tabii bu adımların hiçbiri iklim değişikliği konusunda on yıllardır süren eylemsizliği ve emek hareketine yönelik saldırıları telafi etmeye yetmiyor. Biden’ın politikaları kutuplaşan yasama organında da dirençle karşılaşıyor.

Zengin dünyada yürürlüğe konan destek paketlerinin belki en büyük eksiği, gelişmekte olan dünyayı kasıp kavuran krizi hesaba katmaları. İnsani ve ekonomik krizler ile mücadele eden ülkeleri kaderlerine terk etmek, yalnızca ahlaki bir sorun değil, aynı zamanda stratejik bir başarısızlık.
Çöküşün eşiğine gelen ülkeler desteklenmediği takdirde bu ülkelerde salgın da devam edecek. Ülkelerin borç krizine sürüklenmesi ile birlikte küresel toparlanma darbe yiyecek. Emtiaların çok büyük bir bölümünün üreticisi konumunda olan yoksul ülkeler krizi atlatamazsa, tüketici enflasyonu tüm dünyada artacak.

KRİZDEN ÇIKACAK İSTİKRARSIZ DÜNYA

Tüm bu olasılıklara baktığımızda koronavirüs salgınının neoliberalizmin sonu anlamına gelmediğini, küresel kapitalist sistemin ‘tehlikede’ olmadığını görüyoruz. Krizden çıkan dünya, krizden önceki dünya kadar adaletsiz ve istikrarsız olacak. Tek fark, kamu harcamalarının artmış olması.
Fakat son on yılda önemli bir değişime tanıklık ettik ve bu eğilimin salgın döneminde güçlenerek devam ettiğini gördük: insanlar direniyor. Şirketlerin kurtarılması için devasa destek paketleri açıklanırken, insanlar da haklı olarak neden iklim değişikliği ya da gelir adaletsizliği ile mücadele edecek paranın bulunamadığını soruyorlar. Sokaklara dökülüp adalet talep ediyorlar.

Devletler direnişe nasıl yanıt verecekler? İnsanlara yardım edebilir, ya da insanları ezebilirler. Çoğu devlet ikinci seçeneği tercih etti. Joe Biden, Trump’ın göç ve hukuk politikalarından pek sapmış sayılmaz. Birleşik Krallık’ta muhafazakarlar yeni polis yasası ve benzeri tasarılarla giderek otoriter hale gelen bir ajanda izliyor, eylem özgürlüğünü kısıtlamaya çalışıyorlar.

Neoliberalizmin sonuna değil, otoriter kapitalizmin yükselişine tanıklık ediyoruz. Seçim neoliberal iktisat ya da Keynesyen iktisat arasında değil, otoriter kapitalizm ya da demokratik sosyalizm arasında. Kapitalist devletler ikinci seçeneği ‘gönüllü’ tercih etmeyecek. Salgın sonrası dönemde adil, özgür ve sürdürülebilir bir dünya kurmak istiyorsak, tüm dünyanın emekçileri olarak örgütlenmeli ve değişim talep etmeliyiz.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: Tribune Mag