“Şöyle vicdan azabı çekmeden, gazete olarak sadece magazin- hayat- keyif eki okuyacağım günler gelsin istiyorum,” dedi annem. “E oku” dedim, “ayıp kızım, memleket bu haldeyken…”

“Şöyle vicdan azabı çekmeden, gazete olarak sadece magazin- hayat- keyif eki okuyacağım günler gelsin istiyorum,” dedi annem. “E oku” dedim, “ayıp kızım, memleket bu haldeyken…”

BirGün’de köşe yazmaya başladığımdan beri her hafta, haftalar bir ileri alınıyor. Bir yazıyı matbaaya gönderir göndermez öbürünün teslim tarihi gelip çatıyor. Çok şükür yıllık bir yayın organına yazmıyorum da bir yılda 52 yıl yaşlanmadım. BirGün köşe yazacağımı duyururken beni “yaşam yazılarıyla” diye sunmuştu. Ben de ‘oh, efil efil yazılar yazarım’ diye düşünmüştüm. Lakin rüzgâr öyle savurmuyor. Annemin göğsünü gere gere keyif eki okumak istemesi gibi ben de şöyle vicdan azabı çekmeden sadece hayat- keyif yazıları yazacağım günlerin gelmesini hayal ediyorum bazen. Rahat rahat türkü bile söyleyemiyoruz ki nerde kaldı rahat yaşamak, rahat yazmak… “Dereler akar gider, taşları yakar gider”i söylerken “HES’e hayır, MNG boykot” geçiyor aklımızdan. “Yine yeşillendi fındık dalları, zaten hep yeşildi fındık dalları…” O değil de Amasra’ya kurulmak istenen termik santral yöredeki balıkçılık; çilek, fındık gibi tarımsal etkinlikleri tehdit ediyor. Zaten hep yeşil olan fındık dallarının hep yeşil kalması için 40 bin kişi termik santrale karşı itiraz dilekçesi vermiş. “Bağa gel bostana gel vay vay vay vay vay” diye birini çağırsak, sevdiğimizle bostanlar yok edilmesin diye yapılan eylemde buluşacağız.

Şimdiye kadar BirGün için yazdıklarıma bakıyorum... Sürekli dert- sıkıntı- hak gaspı- talan anlatınca da, her hafta bir şeye takan arızalı şahıs konumuna düşmekten korkuyor insan. Daha hafif şeyler yazmaya kalkınca da lisede dünyayı bisikletle dolaşmak istediğimi söylediğimde “çok bireysel istekler” bunlar diyen arkadaşım gelip karşıma dikiliveriyor. Zaten ne kadar ferah feza şeyler anlatmak istesek bir yerden fışkırıveriyor taktıklarımız. Her hafta yazı günü geldiğinde beni bir derttir alıyor, bu hafta ne yazacağım? Acaba bilindik manasıyla bir yaşam yazısı yazabilir miyim? Bazen deniyorum da:

Mesela, ‘güne iyi başlamak için öneriler’: Önce keyifli bir kahvaltı, üzerinde zeytinyağı gezdirilmiş çeri domatesler, ekmek mutlaka tam tahıllı, peynir, süt… ‘Bu yaştan sonra süt içip de boyum mu uzayacak?’ demeyin. Günde bir bardak süt içmenin göbek yağlarını erittiğini bütün internet yazıyor. Lakin süt- yoğurt alırken dikkat, sendikalı olduğu için işten çıkardığı işçilerinin eylem alanına gübre döküp, çaycıyı bile eylemcilere çay vermemesi için “ikaz” eden Sütaş boykot! Peynirinizin mayasında çalınmış alın teri olmasın. Tüh gene çıktık ferahlıktan, neyse, hâlâ toparlayabiliriz. Ne diyorduk ferah bir gün… Kahvaltıda gazetelere şöyle bir göz gezdirerek güne devam edebilirsiniz: Ali İsmail Korkmaz’ın davası yine ertelenmiş, Haydarpaşa Numune Hastanesi’ndeki ağaçlar otopark inşaatı için kesilmiş, Fatih Ormanı Tabiat Parkı Projesi’yle Kuzey Ormanları`nın kentin içinde kalan son parçası da sermayeye sunuluyormuş, çay ve şekere gelen zam yüzünden çoğumuzun tek sosyalleşme alanı olan bir yerde buluşup bir çay içme müessesesi de daha pahalıya patlayacakmış, bir mahalle daha kentsel dönüşüm alanı ilan edilmiş. İlla alternatif medyayı takip etmeniz de gerekmiyor, okuduğunuz gazete “Tarihi semtte mega proje” diye janjanlı başlık atıyorsa gene anlıyorsunuz ki kentsel dönüşümden bahsediyor. Ne diyorduk ferah bir gün…

Sıradan bir gün bir lüks haline geldi artık. Bazen insan özlüyor, dertlenmeden, sinirlenmeden geçirilecek bir gün… Sırayla yahut topluca bir şeylere öfkelenmekten azade bir ferahlık. Müjde Ar’ın eski filmlerinde uçuşan etekleri gibi püfür püfür bir yazı yazmak. Ama içine sindiremiyor… Ferahlık özlemi üzerine yazarken bile utanıyorum.

Güzel günler göreceğine inanmayı görev bilenlerin sakin olma hakkı elinden alındı. Bu da başka bir hak gaspı. Huzurumuzu çaldılar. Bazen insan bir şarkının introsu gibi yaşamak istiyoruz ama sesimizi kısmasınlar diye hep nakaratı haykırmak durumunda kalıyoruz. Karadeniz’e tatile giden arkadaşlar, kendini HES protestosunda buluyor. Altı üstü bir cacık yapacakken Sütaş yoğurt almayalım diye bakkal bakkal gezen bir boykotçuya dönüşmüş oluyoruz. Taksim’de her iş makinesi görüşümüzde bir koşu gidip Gezi’ye bakıyoruz, bir durum mu var diye. Sıradan bir gün…

Bunlara hiç takılmayanlar yok mu? Çok. Hatta kimilerine göre biz, bütün dünyayı kendi çevresinden ibaret sanan, hayal peşinde koşan, gündeme dair Twitter’da takip ettiklerimizin yorumlarından öte bilgisi olmayan bir avuç insanız.

A güzelim söyle neyleyelim, görmeyelim de taşa mı dönelim?

Hulki Aktunç şöyle demişti bir röportajında: “Nazım Hikmet’in sevdiğim bir lafı var: ‘Garip şeyler düşünmekle meşhurdur,’ diyor bir adam için, biz garip şeyler düşünmekle meşhur olamazsak ne şiir ne de öykü yazabiliriz. Garip şeyler düşüneceğiz. Başka çaresi yok.” Biz de kötü şeylere takacağız, diğer bütün haklarımızla birlikte bir gün bir şeye takmama hakkımızı da geri almak için… Başka çaresi yok. Nazım’ın deyişiyle “Güzel günler göreceğiz çocuklar…” Sıradan günler göreceğiz.