ABD’nin Çin’i açıkça karşısına almasını ilk bakışta Sovyetler Birliği ile yaşanan Soğuk Savaş'a benzetmek olası. Ancak konu üzerinde biraz düşününce ortada belirgin farklar bulunduğu da görülüyor.

Çin’in “ortak refah” arayışı
Fotoğraf: Youtube

Çin tarihin önde gelen bir devleti iken emperyalizmin saldırısı altında yarı sömürge bir ülke konumuna düştü. 1949 devrimiyle bağımsızlığını kazandıysa da, halkın hafızasında işgal, talan, geri bıraktırılmışlık döneminin acı hatıraları bugün dahi çok güçlü. O nedenle Batı’nın Çin’i bir tehdit olarak gören, yalnızlaştırmaya çalışan stratejisi aksine milliyetçi duyguları körüklüyor, toplumun bütünleşmesini sağlıyor. Bu da ülkeyi yönetenlerin demokrasi taleplerini göz ardı etmesini; Uygur bölgesi, Tibet, Hong Kong gibi coğrafyalarda muhalefet hareketlerini bastırmasını kolaylaştırıyor.

ABD’nin stratejik rakibi

Hatırlanırsa Donald Trump, “Önce Amerika” sloganı çerçevesinde ülkenin Çin ile devasa dış ticaret açığından hareketle “ticaret savaşı” üzerinden bir cephe açmıştı. Buna karşın Joe Biden, Çin’e karşı topyekûn bir savaşa girişti. 2021’in mart ayında açıklanan ulusal güvenlik stratejisi dokümanında Rusya ve Çin’e karşı “büyük bir güç mücadelesi içine girildiği” ilan edildi. Böylelikle Çin “stratejik ortaktan”, “stratejik rakip” statüsüne geçirildi.
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken strateji belgesini açıklarken, “Birkaç ülke ile Rusya, İran, Kuzey Kore gibi ciddi sorunlarımız var. Fakat Çin’in bize yönelik tehdidi farklı. Çin ekonomik, diplomatik, askeri ve teknolojik gücüyle ABD’ye meydan okuyan tek ülkedir” sözleriyle niyetlerini açıkça beyan etti.
Biden Haziran 2021 İngiltere Cornwall G-7 zirvesinde de, Transatlantik blokunun önde gelen ülkelerinin Çin’e karşı pozisyon almalarını büyük ölçüde sağladı. G-7 sonuç bildirgesinde, “kurallara dayalı uluslararası sisteme ve uluslararası hukuka bağlılık vurgulanırken, Çin’in piyasa dışı politika ve uygulamaları sonucu küresel ekonominin adil ve şeffaf işlemesinin baltalandığı” iddia edilerek, “bu durum karşısında ortak tutum alınmaya devam edileceği” belirtildi.

Çin’in büyük ekonomik başarısı

Halbuki Çin tüm zaaflarına ve kendi halkına uyguladığı eleştiriye açık politikalara karşın, 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmasından bu yana, örgütün koyduğu kurallar çerçevesinde dünya ticaretine katılan, 2013’te ABD’yi geride bırakarak ithalat+ihracat toplam dış ticaret hacmi anlamında dünya lideri haline gelen bir ülke. Bu arada Çin doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının da başlıca adresi sıfatını kazanarak, bu kulvarda da ABD’yi geride bıraktı.

2001’de Çin’in ekonomik büyüklüğü Dünya Bankası verilerine göre ABD’nin tam sekizde biriydi. Bugün ise piyasa fiyatları temelinde Çin’in GSYH’si, 19.9 trilyon dolara karşı 25.35 trilyon dolar hesabıyla ABD’nin yüzde 78.5’i civarında seyrediyor. Çin’in yükselişi böylelikle Batı kapitalizminin “büyük anlatısı”, ekonomik kalkınmanın yalnızca serbest piyasa ve liberal demokrasi çerçevesinde gerçekleşeceği tezini çürüttü. Hatırlanırsa Trump’ın korumacı söylemlerinin öne çıktığı bir dönemde, 2017 Davos “küresel elitler” zirvesinde Çin Devlet Başkanı Xi Jinping küreselleşmenin önde gelen savunucusu kesilerek ABD’ye meydan okumuştu.

Kuşak ve yol projesi

Çin’in dikkat çeken bir ekonomik hamlesi de, Kuşak ve Yol inisiyatifi. Demiryollarından limanlara, yollardan köprülere uzanan bu altyapı projesi hem Çin sermayesinin içeride sıkışan yatırım olanaklarını genişletmeyi amaçlıyor, hem de Avrasya bölgesindeki ilişkilerini geliştirme fırsatı olarak düşünülüyordu. Pekin önüne dünya üretiminin yüzde 30’unu barındıran 65 ülkeyi birbiriyle eklemlendirmek gibi çok iddialı hedefler koymuştu. 2013’te temeli atılan bu atılım, zaman zaman projelerin iptali benzeri engellerle karşılaştıysa da şu ana kadar 932 milyar dolarlık 1 trilyon dolara yakın altyapı yatırımıyla önemli mesafe aldı.

Yeni bir soğuk savaş mı?

ABD’nin Çin’i açıkça karşısına almasını ilk bakışta Sovyetler Birliği ile yaşanan soğuk savaşa benzetmek olası. Ancak konu üzerinde biraz düşününce ortada belirgin farklar bulunduğu da görülüyor. Bu konuda ABD’nin önde gelen strateji dergisi, Dış İlişkiler Konseyi’nin (CFR) yayın organı Foreign Affairs bugünkü konjonktür ile soğuk savaş arasında üç belirgin farklılığa dikkat çekiyor. Birincisi, bugün geçmişte olduğu gibi üçüncü ülkelerin sempatilerini kazanmaya, akıllarını çelmeye yönelik bir kavga söz konusu değil. ABD’nin “hür dünya” söylemi eskisi kadar karşılık bulmadığı gibi, kağıt üzerinde sosyalist olduğu iddiasından vazgeçmemesine karşın Çin’in de ideolojisini, bütünlüklü dünya görüşünü başka ülkelere ihraç etme gibi bir çabası yok. Pekin aksine işbirliğinde bulunduğu ülkede iktidarın niteliğine aldırmaksızın tamamen pragmatik bir tarzda ilişkilerini yürütüyor. İkincisi, ABD Biden ile ittifaklarını güçlendirirken, Çin giderek Rusya ve İran ile yakınlığını artırıyor. Gelgelelim Çin’in Rusya-Ukrayna savaşındaki itidalli tavrını hatırlarsak geçmişte olduğu gibi vekalet savaşı yürütecek organik ittifakların söz konusu olmadığını anlarız. Üçüncüsü, ABD ve Sovyetler Birliği’nin kontrol ettiği bölgelerin birbirleriyle ekonomik ilişkileri çok sınırlı iken; bugün dış ticaret, yatırımlar, tedarik zincirleri üzerinden girift ilişkileri barındıran bir küresel ekonomi söz konusu.

Xi Jinping’in yükselişi

Son tahlilde kendini “Çin karakteristiğiyle sosyalist” şeklinde tanımlasa dahi, Çin’in başarılı bir ulusal kalkınma örneği olarak değerlendirmek daha doğru bir yaklaşım gibi görünüyor. Çin özellikle ekonomik başarısıyla ABD’nin küresel hegemonyasını sarmış durumda. Üstelik, tarihsel olarak gerileyen gücün statükoyu savunduğu, yükselen gücün ise kendi kurallarını koyduğu, sistemini dayattığı kurgudan farklı bir manzarayla karşı karşıyayız. Çünkü Çin, ABD önderliğinde tasarlanan bir ekonomik düzen içerisinde, DTÖ-IMF-DB’nin koyduğu kurallar çerçevesinde yükselişini sürdürüyor.

Gelgelelim Çin’in yüksek büyümeye, inşaat ağırlıklı yoğun sermaye yatırımına dayalı ekonomik modeli de ciddi sorunlar yaşamaya başladı. 2012’de devlet başkanlığına seçilen Xi Jinping iki dönem başkanlık teamülünün dışına çıkarak, Çin Komünist Partisi’nin 20. Ulusal Kongresi’nde üçüncü kez görevlendirilmeyi umuyor. Xi, Mao ve Deng Xiaoping’den sonra ülkenin üçüncü büyük lideri olarak tarihe geçmek ihtirasıyla hareket ediyor. Giderek devletin ve partinin kontrolünü daha fazla ele geçiriyor. İnsanların yaşam standardında iyiye gidişin kesintiye uğramamasının ülkenin giderek daha da otoriterleşmesine olan tepkiyi törpülediğinin farkında.

Jinping, Çin kültüründe sembollerin ve sloganların çok önemli olduğunu biliyor. Önündeki zorlu süreci iki anahtar kavram, “İkili Dolaşım” (dual circulation) ve “Ortak Refah” (common prosperity) yardımıyla aşmayı planlıyor. Yazımızın devamını bu iki kavramı anlamaya ve anlamlandırmaya ayıracağız.

İkili dolaşım

Çin’in hızlı büyümesini aynı tempoda sürdüremeyeceğinden hareketle, “ikili dolaşım” adı verilen strateji ortaya atıldı. Böylece ekonomide iç piyasaya daha fazla odaklanılacak, yani “iç dolaşım” hızlandırılacaktı. Dış dolaşım, diğer bir ifadeyle ihracat ağırlıklı kalkınma anlayışı büsbütün terk edilmese de eski önemini yitirecekti. Jinping bu yönelimi, iç dolaşımın egemen rol oynadığı yeni kalkınma modeli olarak tanıttı. İkili dolaşım Çin’in 2021-25 dönemini kapsayan 14’üncü beş-yıllık planında da yer aldı.

Bu stratejinin benimsenmesinin bir nedeni, dünyada yeni jeopolitik ve ekonomik değişimler yaşanırken, ekonominin imalat sanayi temelli tamamen dış talebe dayalı yapısının revize edilmesiydi. İkinci nedeni ise, özellikle düşük gelirli kesimlerin ücretlerini artırarak, ülkede derinleşen gelir ve servet farklılıklarını azaltmaktı. Çin 2021’de yüzde 38.5 hanehalkı tüketimi oranıyla dünyada en düşük düzeye sahip ülkelerden biriydi. Ancak, GSYH’de bireysel tüketimin payının birdenbire 10-15 puan artırılması ancak şirketlerin, zenginlerin ve hükümetin payısın azaltılmasıyla olabilir ki, bu yeniden dengelenme de kolay bir iş değil.

Ticaret Savaşları Sınıf Savaşlarıdır kitabının yazarı Michael Pettis’e göre iç tüketimin ücretleri artırmak suretiyle uyarılması, öte yandan işçilik maliyetlerini yükselterek ihracatta rekabet gücünü aşındıracaktı. Çünkü Çin kalkınma modelinin geçmişteki başarısı, gelir dağılımının çarptırılması üzerinde yükselmişti. Şimdi ikili dolaşımın iki unsurunu bağdaştırmaya çalışmak kolay olmayacaktı.

Ortak refah açılımı

Çin Komünist Partisi’nin kuruluşunun 100. yılında 2021’de Xi Jinping tarafından “ortak refah” kavramı dolaşıma sokuldu. Aynı dönemde Xi’nin Marksizmi de daha fazla telaffuz etmesi dikkat çekiyordu. Aslında daha 2013’te ilk ÇKP genel sekreteri olduğu dönemde, kendinden önceki liderlerden farklı olarak Marksizm-Leninizm ve Mao Zedung düşüncesinin Çin’in karanlık bir geceden aydınlığa çıkmasında rehber olduğunu vurgulamıştı. Baştan beri Sovyetler Birliği’’nin çöküşünde ideolojik kararlılığın zayıflığını, devrim fikrine sahip çıkılmamasını, Lenin, Stalin gibi tarihi figürlerin olumsuz tanıtılmasını “tarihsel nihilizm” olarak nitelendirerek keskince eleştiriyordu.

Ancak son dönemlerde Marksizm vurgusunun artmasının üç temel nedeninden söz edilebilir. Birincisi, partinin hegemonyasını sürdürebilmesinin genç kuşaklara bir teorik ve ideolojik formasyon kazandırmakla olanaklı olduğu, bunun da reçetesinin Marksizm’de yattığı görüşüne varması. Bu nedenledir ki, üniversitelerde Marksist programlar yaygınlaşıyor. Okullarda kapitalizmin çelişkileri, sömürü, ortak değer gibi kavramlar öğretiliyor. İkincisi, ABD ile giriştikleri küresel hegemonya mücadelesinde Batı kapitalizminden farklı, ideolojik ve teorik bir eksen gerekiyor. Üçüncüsü, ülkede ortaya çıkan gelir ve servet dağılımı bozukluklarının sürdürülemez olduğunun farkına vardı. Bu durumun kendisinin ve partisinin meşruiyetini zedeleyeceği noktasından hareketle “ortak refah” kavramını ortaya attı.

Büyük sermayenin başta Alibaba ve Tencent olmak üzere dev internet şirketlerinin gücünü zayıflatan hamleler yaptı. “Hayırseverlik” adı altında büyük şirketlere adeta “servet vergisi” uygulayarak kamuya ciddi gelir sağladı. Özellikle sanayi, altyapı ve finansta kamu mülkiyetinin önemini vurgulamaya başladı. Varlıklı kesimin çocuklarının ayrıcalıklı eğitim olanaklarına sahip olmasına karşı özel dersleri yasaklamak gibi adımları hayata geçirdi. Tüm bu adımların tutkalının Marksizm, sosyalizm ama bunun Çin’in karakteristiklerine uyarlanmış modern versiyonu olduğunu dile getiriyor.

Her zaman olduğu gibi bugün de Çin’i değerlendirmek kolay değil. Covid-19 pandemisinde ABD’de 1 milyon 60 bin kişi ölürken, “sıfır covid” politikasıyla Çin bu rakamı 5 bin 200’de tutabildi. Ancak dünya kamuoyunda bu başarısı ile değil, daha çok kapanma süreçlerinde insan hak ve özgürlüklerini sınırladığı gerekçesiyle tartışıldı. Şubat 2021’de Jinping 1970’ten beri 800 milyon kişinin mutlak yoksulluktan kurtarılarak ülkede bu sorunun ortadan kalktığını ilan etti. Ama bu başarıya karşın Çin hâlâ gelir ve servet dağılımının en bozuk olduğu ülkeler arasında yer almaya devam ediyor. Eğitim, sağlık, işçi hakları konusunda her yıl binlerce protestonun sahne aldığı bir toplum olmasına karşın, ÇKP’nin siyasetteki mutlak egemenliğine karşı bir tepkinin yükselmesine olanak tanımayan bir iktidar tekeli söz konusu. Görüldüğü kadarıyla Çin bu çelişkileriyle, özgünlükleriyle yaşamaya devam edecek. Biz de Çin’i anlama, yorumlama, tartışma çabasından geri durmayacağız.