Keegan, öykünün bir tasarruf sanatı olduğunun farkında. “Birçok roman gereksiz yere uzun,” demiş bu söyleşilerden birinde, “Ne kadar çok ayrıntı eklersek, hikayenin o kadar fazla bulanıklaşacağını düşünüyorum. Bir şeyin özüne yaklaşmak için mümkün olduğu kadar az şey söylemek gerekiyor"

Claire Keegan: Bir şey söylememek için bulunmaz bir fırsat

Walter Benjamin “Hikaye Anlatıcısı” adlı denemesinde, modernlikle birlikte hikaye anlatma geleneğinin de sona erdiğini söyler.

Anlatıcı ile dinleyenleri doğrudan birbirine bağlayan ve tecrübenin diğerlerine aktarılmasını sağlayan bu köklü geleneğin yerini, bu özelliği taşımadığı için tamamen yabancılaşmış bir edebi tür olan roman almıştır. Benjamin bu gelişmeyi, I. Dünya Savaşı’ndan evlerine dönen ve yaşadıkları korkunç tecrübeyi aktarmanın olanaksızlığı karşısında susmaktan başka çaresi kalmayan askerlerin hikayesine bağlar. Askerlerin yaşadıkları travma o kadar büyüktür ki, bunu bir hikaye haline getirip daha sonraki nesillere aktarmak tamamen olanaksızdır. Geriye kalan ancak sessizlik olabilir. Bu sessizlik, yani tamamen kendi içine dönmüş öznenin anlatısı da, sadece romanın konusu olabilir.

İrlandalılar ise, Benjamin’in söylediklerine kulak asmamış olsalar gerek ki, hikayecilik geleneğini hala sürdürüyorlar. Bir sebebi, yaşadıkları onca travmaya rağmen, bu ülkenin insanlarının aktarılabilir bir tecrübenin varlığına dair inançlarını yitirmemiş olmaları bence. İrlandalılar, hikaye anlatmayı sevdikleri gibi, sizin hikayenizi de mutlaka dinlemek istiyorlar. Eğer bunu iyi bir şekilde anlatmayı başarırsanız, takdir ediliyorsunuz. Bu türün bu kadar rağbet görmesinin, hala canlılığını koruyan sözlü edebiyat geleneğiyle de ilgisi var elbette. İrlanda’nın iyi hikayecileri de, bu köklü gelenekle bağını koparmamış olanlar arasından çıkıyor zaten.

Claire Keegan da bunlardan biri. Hatta belki de en iyisi. 1980’li yıllarda, İrlanda’nın taşrasında büyümek zorunda kalan birçok genç kadın gibi, Keegan da ilk fırsatta soluğu Amerika’da almış. İlk öykü kitabı olan Antarctica’yı ancak 1999’da, İrlanda’ya geri döndüğünde çıkarabilmiş. Tanınması ise, 2007’de çıkan ve Türkçe’ye de çevrilmiş olan Walk the Blue Fields (Mavi Tarlalardan Yürü) adlı kitapla olmuş. Benim kalbimi çalan uzun hikayesi Foster (Evlatlık) ise, 2010 senesinde basılmış.

Keegan çok yazan biri değil. Çocuklara olan sevgisi nedeniyle okullarda verdiği birkaç söyleşi dışında, çok konuşan biri de değil aslında. Evlatlık’ı okuyunca, bunun nedenini anlar gibi oluyoruz. Keegan, öykünün bir tasarruf sanatı olduğunun farkında. “Birçok roman gereksiz yere uzun,” demiş bu söyleşilerden birinde, “Ne kadar çok ayrıntı eklersek, hikayenin o kadar fazla bulanıklaşacağını düşünüyorum. Bir şeyin özüne yaklaşmak için mümkün olduğu kadar az şey söylemek gerekiyor.” Bunun için olsa gerek, Keegan hiçbir zaman gereğinden fazla söz söylemiyor. Bize göstereceği ayrıntıları incelikle seçiyor. Sözcükleri olduğu kadar, sessizlikleri de hayranlık uyandıran bir ustalıkla kullanıyor. Ve belki de en önemlisi, okuyucusuna güveniyor: Öyküsünün en kırılgan yerlerini, sessizce onun ellerine teslim ediyor.

Evlatlık’ı okurken duyduğumuz tedirginliğin bir nedeni de bu olsa gerek. 1980’lerde geçen bu öyküde, (aslında senenin 1981 olduğunu biliyoruz, çünkü öykü içinde IRA’nın hapishanede ölüm orucuna devam ettiği ve bir kişinin daha açlıktan öldüğü haberi duyuluyor), çok çocuklu bir aile kızlarından birini daha varlıklı bir akrabalarının, Kinsella ve karısının, yanına bırakıyor. Öykünün anlatıcısı olan kız yedi sekiz yaşlarında olsa gerek, çünkü henüz okuma yazma bilmiyor. Evlatlık olarak gireceği eve giderken, yolda babasıyla konuşmaya çalıştığını görüyoruz:

“Baba!” diye sesleniyorum, “Ağaçlar!”

“Ne olmuş ağaçlara!”

“Hastalanmışlar,” diyorum.

“Onlar salkım söğüt,” diyor ve boğazını temizliyor.

Keegan böylece bizi küçük kızın varlığına hazırlıyor. Onun dünya karşısındaki savunmasızlığını ve tecrübesizliğini görerek ürperiyoruz. Biraz sonra yabancı bir evde yalnız kalacağını bilmek bizi tedirgin ediyor. “Petal” (Kinsella ve karısı ona böyle sesleniyorlar), anlam veremediği ürkütücü bir dünyanın eşiğinde durup omzunun üzerinden bize doğru bakınca, bir şeylerin ters gittiği duygusu gelip içimize yerleşiyor. Babası doğru dürüst bir veda etmeden çekip gittiğinde, Petal eski pamuklu elbisesini çıkarıp üzerine uymayan bir pantolon ve gömlek giymeye zorlandığında, ya da evin hanımı ilk gece yatağına gelip “Benim çocuğum olsaydın, seni tanımadığın insanların evinde bırakıp gitmezdim,” dediğinde, bu hissimiz iyice kuvvetleniyor.

Keegan’ın öyküsü, ilk anda İrlanda mitolojisinin tanıdık efsanelerinden biri olan “Changeling” (Çalınmış Çocuk) izleğinin bir tekrarı ile karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor. Normal koşullarda sıradan bir Gotik öykü malzemesi olacak bu tema, bu sıra dışı kadının elinde büyük bir travmanın yavaş yavaş ortaya çıkışını hikaye eden unutulmaz bir anlatıya dönüşüyor. Öyküdeki tekinsizlik büyüdükçe, yalnızca Petal’e bakan ailenin geçmişi değil, İrlanda toplumunun karanlık sırları da görünür hale geliyor. “Bu evde sırlara yer yok,” diyor Petal’a bakan kadın, “Sırlar utanç demektir, biz utancı sevmeyiz.”

Halbuki Keegan’ın öyküsü büyük sırlar üzerine kurulu. Gözümüze sokmadan ve mümkün olduğu kadar az şey söyleyerek gösterdiği sırlar bunlar. Benjamin gibi o da, travma yaratan tecrübelerin tümüyle aktarılabileceğine inanmıyor belli ki. Belki de bu nedenle, onları tarif etmek yerine, sağa sola izler bırakıyor. Dikkatli okuyucunun, bu izleri takip ederek öykünün tümünü oluşturacağını umuyor. Bütün gerçeği anlatmak mümkün değil. Ama belki parçalarını gösterebilir insan. Bir ışık huzmesinin tavandaki yarıktan sızması ve odanın bir köşesini aydınlatması gibi, gerçeği de kısmen ve anlık olarak görmek mümkün olabilir.

Tam da bu nedende, öykünün sonuna doğru bir yerlerde Kinsella’nın Petal’e verdiği öğüdü, hem bu unutulmaz öykünün, hem de Keegan’ın hikayeciliğinin bir özeti olarak okumalıyız bence:

“Hiçbir şey söylemek zorunda değilsin,” diyor, “Bunu sakın unutma! İnsan çoğu zaman bir şey söylememek için bulunmaz bir fırsatı kaçırır ve tam da bu yüzden mahvolur.”