Antalya Altın Portakal Film Festivalinde tartışılacak temelde üç şey var.

Antalya Altın Portakal Film Festivalinde tartışılacak temelde üç şey var. Öncelikli olarak tartışılmaya değer iki film vardı: “Çoğunluk” ve “Gölgeler ve Suretler”. Diğer filmler ekseriyetle kötü metinlere dayanan, ciddi senaryo hataları olan, ya da sanatsal olarak yönetiminde ve kurgularında önemli hatalar içeren filmlerdi. Örneğin Karbeyaz ve Çakal adlı filmler bu eşitsizliği içeren filmlerdi, hatta denilebilir ki gelecek adına önemli isim olarak genç kuşak içinde öne çıkabilecek isimleri bunlar içeriyordu. Çakal filminin hiçbir ödül alamaması ise jürinin trajik karar verme sürecinin bir parçasıydı, bir film olarak kendi başına durabilen ve hem içeriden anlatılmış hem de dışarıda olan insanların bu toplumsal dokunun içini görebilmesi bakımından önemli eserlerdi. Çakal’ı sıradan bir “öteki mekânın toplum dışına meyletmiş gençleri arasında geçen eser” olarak görmek ya da kenar mahallenin haşarı çocukları okumak mümkün değildir, önemli ve tartışmalı bir eserdir. Görmezlikten gelinmesi bir bütün olarak filmleri toplumsal ve estetik olarak okuyamayan jürinin ilk gaflarından birisiydi. Örneğin Hayde Bre’nin ödül alması ve Çakal’ın ise sıfır çekmesi, aslında sıfır çekenin jüri olduğunun iyi bir örneğiydi.

EGEMEN İDEOLOJİN MEŞRUTİYETİ SARSILIYOR
Çoğunluk’a hafta içi değinmiştik, ama şu eklenmeli, gerçek şudur ki Çoğunluk gizli bir ağıt olarak da okunmalı. Bu ağıtın çıkış noktası, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra evrensel insanlık ideallerinin yenilmesi, son büyük hamle olarak 68 Hareketinin dünya genelinde isyanı ve çok kısa sürede yenilgisinden sonra, başta Avrupa olmak üzere dünya genelinde yaşanan, üst orta sınıfın toplumun ideolojik üretim merkezine, ideal örnek modeline yükseltgenmesini konu ediniyor. Çoğunluk Türkiye sinemasında ilk kez böylesine filmin merkezine oturtuluyor. Avrupa çapında insanların şaşkınlıkla söyledikleri İsveç’te mi? cümleleriyle özetlenebilecek, ama Avrupa’nın belli başlı bütün ülkelerinde görülen yeni sağın bir tür faşizmi ve ırkçılığı revize ederek dünya gündemine sokabilmesinin ardında, böylesine sınıfsal bir doku yatmaktadır. Çoğunluk filmini tartışmaya açan herkes, egemen ideoloji, sınıflar, ırkçılık/muhafazakârlık gibi alanlara girmek durumundadır. Dolayısıyla hem iç dünyaları, hem ilişkileri ile Çoğunluk aslında iki yandan işlemektedir: bir yandan bir sınıfın kendisini çözümlerken, diğer yandan bu sınıfın hegemonyasının nasıl köklü bir mutsuzluk, şiddet ve baskı ile örülmüş ilişkilerini toplum nezdinde nasıl egemen hale getirdiğinin hikâyesidir. Evrensel bir konusu vardır. Bu filmi incelerken İtalya/Fransa/Avusturya/Almanya
/İsveç derken aslında bütün Avrupa için temel bir tartışma noktasına giriyorsunuz. Dolayısıyla bu sinemanın öncülleri olarak Avrupa’da İngiltere’den Mike Leigh, Avusturya’dan Michael Haneke’nin filmlerini baz alarak incelemek iyi bir sinema tartışmasını gerektirecektir.
Diğer bir tartışılacak film ise, büyük olasılıkla Yeni Türkiye Sinemasında bütün kariyeri boyunca Yeşim Ustaoğlu ile birlikte Derviş Zaim’in en çok haksızlığa uğramış yönetmenler olarak öne çıkmasının bir örneği olan Gölgeler ve Suretler idi. Çünkü filmi jüri yalnızca yanlış okumadı, bir tür yok saydı. Burada iki temel önerme üzerinden bu yanlış kararı incelemek gerekir.

İLK TÜRK-KIBRIS FİLMİ: YÖNETMEN BARIŞI SAVUNUYOR
Öncelikle Derviş Zaim’in filmini tümüyle yanlış okudular, ama bunun nedeni bir yandan kişisel tercihler ya da öfke idi, ama öte yandan Yeşilçam ile Yeni Türkiye Sineması arasındaki kan uyuşmazlığı idi.
Fyodor Karamazov bir kişi hakkında her sözü geçtiğinde en alçaltıcı sözleri söyler. Nihayetinde ona sorarlar, bu kişi ne yaptı ki sen buna yıllardır sayıp sövüyorsun diyorlar. Fyodor çok net konuşuyor: “O kişi bana hiçbir şey yapmadı, ama ben ona öyle bir iğrenç bir şey yaptım ki, ondan sonra ondan hayatım boyunca nefret ettim”. Derviş Zaim ile Atilla Dorsay arasındaki ilişkiyi bundan iyi özetleyen hiçbir şey yoktur. Zaim’in ilk filminde başta Dorsay olmak üzere bir takım Hollywood’cu yazarların tam cepheden karşı çıkmaları, daha sonra uluslar arası başarılarla bir tür “abes konuma” sürüklenmeleri sonrasında, Dorsay her fırsatını bulduğunda, Zaim’e karşı tam bir huruç hareketi yapmaktadır. Jüride bir sanat filmi olarak Gölgeler ve Suretler hakkında, gözler “büyük duayen ve tüm zamanların en yüce yazarı” olarak Atilla Dorsay’a döndüğünde, önce övüp sonra kınama yöntemi gibi en beylik ve fakat çoğunlukla etkili olan bir yöntemle yanıt veriyor: “Derviş büyük yönetmen, ben ondan çok iyi filmler bekliyorum, ama bu ne biçim film, sıradan beylik bir Kıbrıs filmi” çıkışı, ardından şaşkın ve yorgun jüri üyelerinin tavrıyla filmi bütün kategorilerde tartışma dışı bırakılarak baştan elenmiştir.
Oysa filme baktığımızda neler görüyoruz:
1.    1950-1980 arasında üç farklı on yıllık dönemde, çeşitli defalar Kıbrıs’ta tansiyon yükseldiğinde, sinemamız Kıbrıs’ı anlatan filmler çekmiştir. Bütün bu filmler göz önüne alındığında Kıbrıs’taki çatışmaları gerçekten anlatan tek film Gölgeler ve Suretler’dir, bu anlamda tarihsel olarak ilk Kıbrıs filmimizdir.
2.    Gölgeler ve Suretler, bir anlamda yalnızca Kıbrıs’a gömülü bir eser değildir, iyi seyredildiğinde, özellikle etnik temelli çatışmalar için bir modellemeye girmiştir, bu filmin dokusunu Kürt/Türk, Bosna/Sırp ya da İrlanda/İngiltere arasındaki çatışmalara da uygulayabilirsiniz. Bir yandan tarihsel gerçeklerden beslenmesi, yükselen tansiyonun nasıl her bir insanı arka planda bırakırken, kontrolün dışına çıkması, ilk önce en masum ve hatta deyim yerindeyse savaş karşıtı insanların öldürülmesi, ardından bu insanların savaş çığırtkanlığına katık edilmesi gibi yönleriyle aynı zamanda savaş karşıtı bir söylemi vardır.
3.    Zaim yine filminde geleneksel sanatları kullanarak, meselenin bir yorumunu getirmiş, Karagöz bu anlamda filmin bir yorumu ve siyasi/insani duruşunu anlatan bir bölüme dönüşmüştür. İkisi de adanın gerçek efendisi olamayan, özne olamayan halkların birbirlerine yöneltilen şiddetinde ve öfkesinde, nasıl sürüklendiklerinin bir yorumudur. Bu anlamıyla biçim olarak son derece modernist bir kullanımı vardır, hem de geleneksel bir anlatı formunu kullanarak.
4.    Filmin sanat yönetmenliği, oyunculuğu, kurgusu ve hikâyenin işlenişi Derviş’in olgunluk dönemini göstermektedir. Bu açıdan örneğin Settar Tanrıöğen festivalin en önemli iki filminde mükemmel bir performans göstermesine karşın, en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü alamaması açısından değerlendirildiğinde, filmin yok sayılmasının en ileri örneğidir. Çünkü aklı başında herkes biliyordu ki Settar abi, her iki filminden dolayı gerçek bir oyunculuk gösterisi yapıyordu. Sanat yönetmenliği ise ayrı bir vaka: Gerçek bir toplumsal doku ve sanat yönetmenliği deyim yerindeyse yalnızca Gölgeler ve Suretler’de vardı, ama bu ödül festivalin en kötü filmine verildi.
5.    Selma Güneri ile ödüllerden sonra konuştuğumuzda, çok açık biçimde Yeşilçam’dan gelen insanların Yeni Türkiye sinemasını anlamaktan ne kadar uzak oldukları çok açık bir biçimde tanıklıklarıyla anlattı. Güneri kendi tespitinde bunun entelektüel ve estetik olarak kendini yenilemeyen “sanatçıların” dar görüşlülüğünün örneği olarak ifade etmiş ve çok haklı ve içeriden gözlemleri ile bu görüşünü desteklemiştir. Gerçek şudur ki Yeşilçam’dan gelen yönetmenlerin sineması büyük oranda bitmiştir. Öyle ki tutarlı bir biçimde bir öyküyü bile anlatma yetilerini yitirmişlerdir. Buna karşın özellikle festival jürilerinde, Bakanlığın destek kurullarında, şu ya da bu biçimde televizyonların film alım kurullarında etkili olarak Yeni Türkiye Sinemasının açıkça zararına olacak şekilde tarihi “kötülük misyonlarını” halen oynamaktadırlar. Türkiye’de sinema tümden yenilenmiştir, ama ne yazık ki yetkili ve etkili kurullarda gördüğünü anlamayan insanların özel bir ağırlığı vardır, bu da sinemamızın tamamen aleyhine işlemektedir. Bunun en trajik örneği, şu ana kadar katıldığı Venedik ve Antalya film festivallerinde en önemli ödülleri alan Çoğunluk filminin zaten bakanlıktan desteklenmeye değer olarak görülmediği için, kendi yağıyla kavrulmaya bırakılmasıdır. Türkiye’de şurası çok açık: sinemamızın yaratım gücü yapım süreçlerini kontrol eden kesimden çok daha iyidir, zaten Avrupalılarla yapılan konuşmalarda, Türkiye’nin gerçek resmi sunulduğunda, hiçbir insan duyduklarına inanamamaktadır. Gerçek şudur ki bu koşullarda Türkiye’de yapılan sinema açık bir anomalidir. Normal anlamında bu koşullardan böylesine bir sinema çıkamazdı, tutkunun, derinliğin, inadın ve cefanın bir ürünü olarak Yeni Türkiye Sineması yüzyılımızın fenomenlerinden birisidir, ama buna karşın her önemli çıkışında çelme yemesi ise trajik olduğu kadar acı da vermektedir.