Çözüm revizyonda değil

Halkın çoğunluğunu karşı olmasına rağmen, OHAL altında hile ve türlü zorbalıklarla dayatılarak hayata geçirilen tek adam rejimi şimdi her yanından çatırdıyor. Bahçeli’nin faşist ittifakın harcı olarak görerek bağırış çağırış içinde, canla başla savunmaya çalışmasına rağmen sistem şimdi AKP’nin de masaya yatıracağız demek zorunda kaldığı zayıflamış bir noktada.

Muhalefet blokunun odağında da sistemin bir biçimde değiştirilmesi var. Bu konuda birbirinden farklı görüşler ileri sürülüyor. Erdoğan’la omuz omuza vererek siyasal İslamcı diktatörlüğü inşa edilmesinde büyük rolleri olan, Gül-Babacan gibi suç ortakları da şimdi itirazlarının özünü buna dayandıran istifa mektuplarıyla sahne alıyor.

Genel olarak Parlamenter sisteme dönüşü esas alan önerilerin bir yanı ‘tarafsız Cumhurbaşkanlığı’ ekseninde Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda Parti başkanı olması konusu üzerine odaklanılıyor. Bu tür bir sistem revizyonu muhalefet bloku tarafından ekonomik krizden yargıdaki adaletsizliklere kadar ülkenin sorunlarının tek çözüm anahtarıymış gibi sunuluyor.

İKTİDARA CAN SİMİDİ

Erdoğan şimdilerde konuşulduğu gibi partisini emanetçiye bırakmış olsa, kabine de birkaç revizyon yapmış olsa ne değişmiş olacak ki… Biraz değişiyor görüntüsünün yaratacağı rahatlamadan da yararlanarak Erdoğan, partisiz (ve bir tarafsızlık görüntüsü altında) ülkenin bütçesine tek başına karar vermeye, ülkeyi kararnamelerle yönetmeye, üniversitelerden yargıya tüm devlet kurumlarına atanacakları tek başına belirlemeye devam edecek. Ülkenin sorunlarının çözümü olarak sunulan şey bundan ibaret!

Böyle bir muhalefet anlayışının çöküş sürecine giren iktidar bloku için bir can simidi olmaktan başka bir anlamı olmayacağı ortada.

Parlamenter sistem, 12 Mart ve 12 Eylül’ün çizdiği sınırlarla kuşatılmış bir biçimde var oldu. Şimdi, parlamenter sisteme dönüş önerilerinin bir bölümü kısmen bunun eleştirisini de içinde barındırıyor olsa da asıl sorun muhalefet blokunun sistem revizyonuna odaklanan bir siyasetle, tüm değişim eksenini buraya doğru sıkıştırmasıdır. Kaldı ki bugün aynı zamanda temsili demokrasinin genel anlamda krize girdiği, toplumsal muhalefetin temsili demokrasinin sınırlarını da aşacak arayışlarının güçlendiği bir dönemden de geçiyoruz..

Muhalefet blokunun böyle bir noktaya sıkışmış olmasının nedeni geçen hafta da ifade ettiğimiz üzere kurucu ve dönüştürücü bir programdan yoksun olmasıdır. Bir biçimde toplumdaki değişim dalgasını böyle bir kör noktaya sıkıştırması, ülkeyi uzun süreli bir çürüme sürecine doğru götüreceği bilinmelidir.

YENİ DÖNEM MUHALEFETİ

Bunun önüne geçilebilmesi ise toplumsal muhalefetin değişim mücadelesine önderlik edebilecek şekilde yeniden organize olabilmesine bağlıdır. Bunun başarılabilmesi, toplumsal muhalefet ve devrimci sosyalist hareketin taze bir nefes olabilecek yeni bir siyaseti ortaya koyarak, bunu hayatın her alanındaki toplumsal örgütlenmelere dayanarak gerçekleştirebilmenin yollarını bulabilmesine bağlıdır.

O yüzden şimdi toplumdaki direnme dinamikleriyle bütünleşerek yeni dönemin ihtiyaçlarına yanıt verebilmek için bir değişim süreci sol hareketlerimiz için de bir gereklilik olarak öne çıkıyor. Türkiye’nin sürüklendiği çıkmazdan kurtulabilmesi her şeyden önce her koşulda direnmeye devam eden halkla bütünleşmiş böyle bir gücün varlığına bağlı olduğu unutulmamalı.

BİZİ NATO ve ABD SİLAHLARI KORUMAYACAK

S-400 konusu bir süredir güncel siyasetin tartışma konularından biri olmaya devam ediyor.

İktidarın tutarsızlıkları bir yana, bu konuda muhalefet çevrelerinin de bütünlük içinde olmadığı görülüyor. Konuya ‘Avrasyacı’ bir anlayışla yaklaşanları bir kenara koyarsak, S-400 alımına karşı çıkanların bir kısmı da ileri sürdükleri (F-35 vb. yedek parça silah alımlarında ABD ve NATO ile ilişkilerin sıkıntıya girecek olması, S-400’lerin işlevsiz kalacak olması türünden) mülahazalarla örtük veya açık bir NATO’cu bakış açısına dayanıyorlar.

İktidarı yıpratma adına da yapılsa bu tür anlayışların ne muhalefete ne memlekete hiçbir hayrının olmayacağı iyi bilinmelidir.

Emperyalistler her şeyden önce silah satıcılarıdır. Silah satarlar ve halkları birbirlerine kırdırırlar. Ne NATO’ları, ne de onların silahları asla bizim ülkelerimizi ve halklarımızı korumazlar; tersine şimdiye kadar başımıza ne kadar bela geldiyse arkasında hep onlar vardır.

Türkiye’nin ihtiyacı ne S – 400’lere ne de F – 35’lere para akıtan, bağımsız, bağlantısız kişilikli bir dış politikadır. Bu da ancak Ortadoğu’da sürdürülen mezhepçi müdahale çizgisini terkederek, komşularıyla sorunlarını barışçıl bir şekilde çözmeyi ilke edinen kişilikli bir dış politika anlayışını benimsemekten geçer.

Türkiye’nin gerçekten demokratik ve bağımsız geleceği emperyalizmin askeri, ekonomik ve siyasi tüm sömürü ilişkilerini ortadan kaldırmaya dayanan bir devrimci anlayışla yürütülecek mücadeleyle mümkün olabilir.