Darbe üstüne darbe yediğimiz şu hayatta ‘kötümserlik ve karamsarlık’ mutad hallerimiz oldu. Her şeye rağmen aklımızda ‘mıh’ gibi tutmak zorunda olduğumuz motto belli: Aslolan eylemdir!

Darbeder hayatta sanat

MURAT MÜFETTİŞOĞLU / mmufettisoglu@gmail.com

Olumsuzluklar karşısında durağanlık ‘kötümserliğe’ neden olurken, sürekli eylem içinde olmak ‘iyimserliği’ tetikler. Kötümser bir ruh hâliyle yaşamak ne kadar berbat bir şeyse, temelsiz iyimserliklerle olumsuzlukların üstesinden geleceğini sanmak safdilliktir. Son yıllarda moda olan ve internette çılgınca paylaşılan konuşmalardan(Talks) birinde Türkiyeli konuşmacı “kaygılanmayın, hayat size bakar” temasını işliyordu. “Sen hayata dahil olmazsan hayat sana ‘nah’ bakar!” deyip bilgisayarın fişini çektim. Bir şeyin içine girmezseniz o şey sizi nasıl muhatap alacak ki! Bu yüzden deriz ya: Başlamak bitirmenin yarısıdır; müdahil olmak çözüme adım atmaktır; olayın nesnesi değil öznesi olmak gerekir vb. Bunların her biri praksistir; yani belirli bir amaca yönelik kurucu etkinliklerdir. En önemlisi, iyimserliğin ve ayakta kalmanın zeminini oluştururlar.

Darbe üstüne darbe yediğimiz şu hayatta ‘kötümserlik ve karamsarlık’ mutad hallerimiz oldu. Her şeye rağmen aklımızda ‘mıh’ gibi tutmak zorunda olduğumuz motto belli: Aslolan eylemdir! Etki alanı, etki süresi ve etki derinliği itibariyle ‘sanat’, iktidarların en çok çekindiği eylemlerin başında gelir. Diktatör Pinochet’nin gitarist Victor Jara’nın ellerini kırdırması bu yüzdendir ve benzer binlerce trajediden sadece biridir. Hâl buyken, ‘darbe neye yapılır?’ sorusu ile ‘sanat hangi koşullarda üretilir?’ sorularının cevapları ‘özgürlük’ noktasında kesişir: Darbe, özgürlüğe kast eder; sanatsa özgürlüğe gereksinim duyar. Bu mutlak karşıtlık, muhakemesi ve vicdanı canlı bireyi benzer zıtlıklarla burun buruna getirir: Yoklukla varlığın, hiçlikle çokluğun, parçalanmışlıkla bütünlüğün, sermaye ile emeğin, sömürüyle direnişin, velhasıl ölümle yaşamın kadim çatışmalarıdır bunlar.

12 Mart’ta, 12 Eylül’de veya 15 Temmuz’da yaşadıklarımız, böyle giderse gelecekte de yaşayacaklarımız, ‘sistemik iktidar’ denen habis “olgunun” tarihsel metastazlarıdır. Şayet, darbeler ve darbe girişimleri sistemi baki kılmanın bir yöntemiyse, kurucu bir etkinlik olarak sanat, iktidarların dayattığı sürekliliği (tümüyle kesmese de) yıpratan olguların başında gelir; halk için falan da yapıl(a)maz. Halk(lar); iktidarların yüzlerce yılda peydahladıkları zıtlıklar küresinde belli yüzölçümlere sokuşturularak, mensuplarının ellerine de birer kafa kâğıdı vererek somutlanamayacak ölçüde değişken ve devingen topluluklardır. En azından fiili durum bu şekildedir. Dolayısıyla, halkların değil, beşerin (doğal) bütünlüğüne kafa yormak ve gönüllü birlikteliklere vurgu yapmak gerekir, ki bunun da kıstasları bellidir: Kolektif üretim ve adil paylaşım. Liberal safsatalarla hayatın parçalandığı, beşerin lime lime edildiği, birey iradelerinin muhtelif yerlerinden yarıldığı bir coğrafyada, yerlilik, millilik, teklik vesair kıstasları üzerinden halkı somutlamaya çalışmak; ortaya çıkan metazori bütünlüğü kontrol altında tutmak, son tahlilde sömürgen/sistemik iktidarların sürekliliğini sağlamak adına yapılır. Geçmişteki iktidarlar bu anlayış ve yöntemden azade olmadıkları gibi, mevcut iktidar da değildir.

‘Sanatın halk için yapıl(a)mayacağı’ iddiasına karşı çıkanlara şu özet çözümlemeyi yapmakta yarar var: Sanat, aslında halktan daha gerçektir. Halk, propagandif söylem ve algıların belirlediği bir gerçeklikken, sanatsal gerçekliği somut insan etkinlikleri belirler. Dolayısıyla sanat, onu üretenler, onunla ilişki kuranlar ve ardından gelen genişlemeler içindir. Sanatı halka indirgemekle, halkı sanatsal etkileşimin alanına çekmek arasında dağlar kadar fark vardır. Hâl buyken, ‘sanat halk için midir yoksa sanat için midir?’ sorusu’ kurucu estetiğin dışında ‘taktik-politik’ bir sorudur; cevabı da taktik-politiktir. Bir arkadaşım şöyle demişti: “Kemalist hocanın gözüne girmek için lise-1’de sınav kâğıtlarına ‘sanat halk içindir’ yazanlar, lise 2’de divan edebiyatı hocasının gözüne girmek için ‘sanat sanat içindir’ e döndülerdi.” Diyeceğim; iktidarın ‘dümen suyu’ her kesimi çeker, özellikle benzer hayalleri kuranları. Bugünün koşullarında sorulacak iki önemli soru var: 1) Soyut öğeler üzerinden eklektik usullerle bir ‘halk’ tarifinin yapıldığı bir ülkede ‘milli irade’ neye karşılık gelir? 2) Parlamento veya başkanlık sistemi üzerine kurulu bir ‘temsili demokrasi’ pratiği, sayısız değişkenin olduğu bir siyaset arenasında ne oranda işlevseldir? Soruların cevapları başka yazının konusu olsun, biz konumuza dönelim:

Darbelerin ve sanatın varlık gerekçeleri arasında derin karşıtlıklar mevcuttur dedik. Sanat, yaptırım gücünün belirli bir grubun eline geçtiği ve hiyerarşinin mutlak kılındığı dokunun içinde ve fakat onunla uyumsuz pozisyonda var olur; dolayısıyla askeri ya da sivil iktidarlar için bir tehdittir. Pek çok kurucu faaliyet gibi sanatın da motor duygusu arzudur, o da özgür zeminde yeşerir. ‘İktidar aklı’ bunu iyi bildiğinden ‘olağan zamanlarda’ sistematik ve dolaylı müdahalelerde bulunur. ‘Darbe’ ve ardından gelen sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamaları doğrudan müdahale süreçleridir. Velhasıl darbeyle (hakiki) sanat arasındaki bu çatışmalı ilişki(antagonizma) gerçekte bir süreklilik mücadelesinden başka şey değildir. ‘Darbe aklı’, siyasi ve ekonomik koşullara bağlı olarak askeri veya sivil formlara bürünürken, sanat kendi dinamiklerini var etmenin arayışından kolay kolay vazgeçmez; hayatın sil baştan tasarlandığı dönemlerde -ne yapar eder- kendine alan açmaya çalışır. Yeter ki, otoriter yönetimlerin dümen suyuna girmesin. O vakit kendini de bitirir.

Dışarıdan/içeriden kaynaklanan türlü risklere rağmen, sanatın doğal/içkin dinamiklerine güvenmenin temelsiz bir iyimserlik olduğunu düşünmüyorum. Yazıya ‘kötümserlik ve iyimserlik’ ikiliğiyle başlamamın nedeni biraz da buydu. Sanatın devingen öğelerini bilirseniz, onu sürekli kılmanın yöntemlerini de fark eder, her koşulda işlevsel kılabilirsiniz, ama az ama çok. Marksist estetikte yapı basitçe şöyledir: Sanat eserini üreten kişiye ‘özne’, ürettiği esere ‘obje’, onunla ilişki kurana da ‘süje’ denir. Sanatçı(özne), eser(obje) ve sanatsever(süje) arasındaki üçlü diyalektik, ne sanatçının tatmin olması ne de süjenin “yontulması” esasına dayanır. Söz konusu buluşmaların ve etkileşimlerin otomatikman hizmet ettiği şey ‘kurucu estetiktir’. Yani, kendi içinde kusursuz simetriye sahip doğal bütünün (sayısız) alt formlarının insan eliyle ortaya çıkarılması, yeniden yaratımı, nihayetinde derinleştirilerek genişletilmesidir. Neşeli ya da kederli bütün ezgiler; renkli ya da kasvetli bütün figürler; açık ya da gizemli bütün sözler estetiğin bağlamına dâhildir.

İspanya’da Şubat 1936 seçimlerinde Cumhuriyetçiler ve müttefiki sol partiler iktidarı ele geçirdiler. Temmuz 1936’da faşist Franco askeri bir darbe yaparak İspanya İç Savaşı’nın başlamasına neden oldu; Nisan 1937’de de müttefiki Hitler’e ve Mussolini’ye bağlı savaş uçaklarının İspanya’nın Guernica kasabasını bombalamalarına izin verdi. Sonuç: 1654 ölü, 889 yaralı. Bir yıl sonra Picasso, bütün zamanların en önemli savaş karşıtı tablosu kabul edilen Guernica’yı yaptı. Tabloyu dikkatle incelerseniz, parçalanmış bedenlerin kokusunu alabilir, yaralıların çığlıklarını duyabilirsiniz. Sanat böyle bir şeydir işte! Askeri ya da sivil, bütün iktidarlar iyi bilir.