Pabuçlarımı çıkarmak için bir köşeye oturdum. Kayaların arasından suya alıcı gözle baktım. Doğrusu nefis görünüyordu. Mavili, yeşilli, hareli, tertemiz bir deniz. “Sümükyeşili deniz. Mabadbüzüştüren deniz,” diyordu Mulligan Ulysses’te

Deniz! Deniz!

Geçen hafta Dublin’de bir iki gün güneş açtı. İnsanlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Bisikletliler şehri doldurdu. Kimse eve girmek istemedi. Kanalın etrafında bir gece o kadar çok kişi toplandı ki, sonunda bunun bir tür acil durum olduğuna karar verip belediyeden ambulans gönderdiler. Mary de, dışarıya bir masa atıp temelli arka bahçeye yerleşti. Ne yapıyorsun diye sorduğumda, “Güneşleniyorum,” dedi, “Toscana’dan hiç farkı yok baksana!”

Bense aklı başında herkesin yapacağı gibi, pantolonlu ve çoraplı hayatımı sürdürüyordum. Fakat sonunda bütün bunlardan etkilenmiş olacağım ki, bir sabah okula gitmek üzere çıkmışken yarı yoldan geri döndüm. Havada güzel bir deniz kokusu vardı, martılar şehrin üzerinde daireler çizerek dönüp duruyorlardı. Mary’yi her zamanki gibi bahçede gazete okurken buldum. “Beni denize götürür müsün?” diye sordum ona. “Yüzmeyi düşünmüyorsun herhalde,” dedi gözlerini okuduğu yazıdan ayırmadan. “Evimi özledim,” dedim. Bunun üzerine gazeteyi katlayıp bir kenara koydu. “Pekala,” dedi biraz düşündükten sonra, “Fourty Foot’a gidelim o zaman.”

“Fourty Foot”, Dublin’in güneyindeki Sandycove’da yer alan ve özellikle sahile yakın oturanların yıl boyunca kar kış demeden suya daldıkları tarihi bir kayalık. Dublinlilerin 250 yıldır denize girdiği bir yer olmasının dışında, benim gibi edebiyat meraklıları için ayrıca önemli bir mekan: James Joyce’un romanı Ulysses, o kayalıkların dibinde yer alan Martello Kulesi’nde başlıyor. Joyce gerçekten de burada, daha sonra romandaki Buck Mulligan karakterine ilham verecek olan İrlandalı şair ve hatip Oliver St. John Gogarty ile birlikte kısa bir süre yaşamış. Kule, şimdilerde James Joyce müzesi haline getirilmiş ve romanın geçtiği mekanı görmek isteyen edebiyatseverlerin ziyaretine açılmış.

Ulysses’in ilk bölümünün sonunda, Stephen Dedalus’un madrabaz arkadaşı Buck Mulligan, o dönemde sadece erkeklere açık olan Fourty Foot’tan atlayıp suya girer. Bütün bölüm de bu anın beklentisi ile yüklüdür aslında. Mulligan, daha en başından, arkadaşına denizin nimetlerinden söz eder, onu suya girmeye çağırır. Her zamanki ukalalığı ile, Antik Yunan metinlerine gönderme yaparak, “Thalatta! Thalatta! [Deniz! Deniz!]” diye seslenir, “O bizim muhteşem, sevgili anamızdır. Gel de bir bak!”

Stephen ise Mulligan’dan çok daha temkinlidir. Bir defa, romanın değişik yerlerinde bize söylendiği gibi, suyla arası hiç iyi değildir. Yüzmek ne kelime, banyo yapmayı bile sevmez. O sabah sıcak günışığının “denizin üzerinde bayram ettiğini” teslim etse de, arkadaşının peşinden suya girecek gibi görünmez.

—Önce yüzeceğiz, dedi Buck Mulligan.

Stephen’a döndü ve kibarca sordu:

—Bu ayki banyo günün geldi mi, Kinch?

Sonra Haines’e dedi ki:

—Murdar ozan ayda bir yıkanmaya özen gösterir.

—Bütün İrlanda Golfstrim ile yıkanıyor, dedi Stephen.

İşte ben de biraz buna güvenmiştim galiba. Yani bütün İrlanda’nın bu sıcak akıntının etkisi altında olduğuna. Bir de Mulligan’ın “Deniz! Deniz!” diye çağıran sesine tabii. Kendi denizime şimdilik uzak olduğuma göre, buradakine girip hasretimi dindirebilirim diye düşünmüştüm. Yılın doğru zamanıydı üstelik. Mulligan’ın, Fourty Foot’tan suya dalarak ufka doğru kulaç attığı tarihe çok yakındık. Her sene dünyanın her tarafından gelen Joyce meraklıları tarafından “Bloomsday” adı altında kutlanan 16 Haziran’a sadece bir hafta kalmıştı.

Fourty Foot’a vardığımızda, ortalık panayır yeri gibiydi. Kayalıklardan hemen önceki küçük plajda, çoluk çocuk suya girmiş çimiyordu. “Burası daha sıcak olur,” dedi Mary. Ama ben orada yüzecek değildim tabii. Her şeyin bir şeyi vardı.

Mary’yi gölge bir yere oturtup, gerçek yüzücülerin tercih ettiği meşhur kayalıklara gittim. Ve fakat o ne? Birtakım anneanne ve dedeler kayaların tepesine tünemişlerdi. Kimileri de suyun içindeydi. Fok balıkları gibi dalıp çıkıyor, biraz kızarmış olmak dışında herhangi bir üşüme emaresi göstermiyorlardı.

Pabuçlarımı çıkarmak için bir köşeye oturdum. Kayaların arasından suya alıcı gözle baktım. Doğrusu nefis görünüyordu. Mavili yeşilli hareli, tertemiz bir deniz. “Sümükyeşili deniz. Mabadbüzüştüren deniz,” diyordu Mulligan Ulysses’de. Pek iştah kabartıcı laflar değildi bunlar. Ama bu kadar insan yanılıyor olamazdı herhalde. Hele ki şu anneanneler ve çocuklara bakılırsa, ne kadar soğuk olabilirdi ki! Seferihisar’da Mayıs ayında denize girmiş biriyim ben, dedim kendi kendime. Herkes oranın suyunun ne kadar soğuk olduğunu bilir!

Bunun üzerine, merdivenlerin önünde birikmiş gençlerin arasından ilerledim ve büyük bir özgüvenle kendimi sulara bıraktım. İyi atlamış olmalıyım ki, arkamdaki bir iki çocuk beni alkışladı. Takdirle karışık “Huuu” sesleri duyuldu geriden.

Ama ben cevap veremedim, çünkü galiba kalp krizi geçiriyordum. İlk anın heyecanıyla attığım bir iki kulaçtan sonra, suyun içinde donup kaldım. “Herhalde ölüyorum,” dedim kendi kendime. Kesik kesik soluyarak, suyun üzerinde kalmaya uğraştım. Demek buraya kadardı. İşte her zaman hayal ettiğim gibi, suyun içinde can verecektim. Bunun İrlanda’da olacağı kimin aklına gelirdi! Ama oluyordu işte. Bacaklarım işlemiyordu bir türlü. Bir süre olduğum yerde debelenip durdum. Kıyıdan anlaşılmaz sesler geliyordu. Bir iki kişi bana doğru yüreklendirici şekilde el salladı. Bense Türkçe bir şeyler sayıkladım: Hoşçakal dünya falan gibi bir şeyler.

Nasıl geri döndüğümü hatırlamıyorum. Derken birisi elini uzattı, ona tutunup kıyıya çıktım. Kayalara oturup nefesimi düzene sokmaya çalıştım. Bana elini uzatan adam, “İyi misin?” diye sordu. Cevap veremediğimi görünce, “Nerelisin sen?” diye devam etti. Az biraz soluklanır gibi olunca, “Akdenizli sayılırım,” dedim ona. Adam bunun üzerine uzun uzun güldü. “Biraz daha kalsaydın, alışırdın aslında,” dedi saçlarında biriken suları eliyle sıyırırken. Bense, çenemin takırtısını bir türlü durduramadığım için başımı sallamakla yetindim.

“Seni köftehor seni!” dedi Mary eve dönerken, “Böylece vaftiz törenin de tamamlandı. Artık İrlandalı sayılırsın. Hatırlat da, Bloomsday’de seni şehirdeki festivale götüreyim.”