Dualarımız kimsesizleştiğinde ve Tanrı’dan yalnızca kendimiz için bir şeyler istemeye başladığımızda bitmişti her şey. Sonra Tanrı’dan başka kimseden bir şey beklemez olduk. Dünyanın bütün yükünü yukarıya atıp kendimizi işe yaramaz bir et yığını gibi tarihin çöplüğünde salıvermiştik. Büyük devrimler çağının kapısını açan aklımız, azmimiz ve kararlılığımız bizden uzaklaştıkça dünyanın gittikçe kötü olduğundan yakınmaya başlamıştık. Beklemenin […]

Dualarımız kimsesizleştiğinde ve Tanrı’dan yalnızca kendimiz için bir şeyler istemeye başladığımızda bitmişti her şey. Sonra Tanrı’dan başka kimseden bir şey beklemez olduk. Dünyanın bütün yükünü yukarıya atıp kendimizi işe yaramaz bir et yığını gibi tarihin çöplüğünde salıvermiştik. Büyük devrimler çağının kapısını açan aklımız, azmimiz ve kararlılığımız bizden uzaklaştıkça dünyanın gittikçe kötü olduğundan yakınmaya başlamıştık. Beklemenin sabretmek, sabretmenin yavaş yavaş örülen bir gelecek olduğunu unuttuğumuz gündü o. Hemen her şey olmalı, her şey bir anda cennet sofralarındaki gibi önümüze sunulmalıydı. Yorulmadan elde etmeli, çalışmadan kazanmalı, yalnızca konuşarak bir devrimi gerçekleştirebilmeliydik. İnsan yeni bir dünyanın habercisi olmaktan çıkmıştı. Hatta -devrim ihtimalinin olmadığı yerde- insanın kendisi ancak ve yalnızca -artık- bir ihtimaldi.

Gittikçe kimsesizleştiğimizden haberimiz olmadı. Bedenimiz yeni doğmuş bebek bir Tanrı gibiydi. Ve onun arzuları karşısında külleşen ruhumuz soluk, gri ve asla dokunulmayacak kadar kırılganlaşmıştı. Dualarımızda ve rüyalarımızda kendimizden başka hiç kimseye yer olmamaya; sözlerimiz dünya üzerine değil, arzularımız üzerine olmaya; sevmelerimiz kimseyi tatmin etmemeye başlamıştı. Tanrılarla insanların arası açılmış; insanlar tanrılaşırken, tanrılar insanlaşmaya başlamıştı. Şirkle ibadetin birbirinden bir daha asla ayrılmayacağı yeni bir çağdı. Tanrı bile -artık- yalnızca bir ihtimaldi.

İnsanlar arası mesafelerin kafalarda kurulduğu bu çağın bir adı yok. Belki de utanç çağı denilecek adına -daha sonra- ama insanı düşürmeye çalıştığı çaresizliğin bir adı asla olmayacak. Sömürüyü insanın kendisinden, kendi bedeni ve kendi aklı üzerinden başlatan bu yeni antik çağ son bulacak bir gün. İnsan türünün kendi türüne, diğer hayvanlara, bitkilere ve bil cümle canlı ve cansız varlığa karşı olduğu bu büyük hengâme bitecek. Elbet devrimciler bitirecek. Ya da bitirene devrimciler denilecek.

Şimdi artık daha çok uykusuz kalmalı, daha çok koşmalı, daha çok yürümeli, daha çok konuşmalı, daha çok hareket etmeliyiz. Her bir parçamızın evrenin her bir zerresini gözeten bir devrimin habercisi olacağı bir dünya için daha çok görmeli, daha çok dinlemeli, daha çok dokunmalıyız. Ve hiçbir devrimin bir sonrakini engelleyemeyeceği bir çağ yaratmak için olmalı bütün bu mücadele.

Yaşa hapsedilmiş, cinsiyete hapsedilmiş, statüye, aileye, topluma, mekana ve yaşanılan yerlere hapsedilmiş her sözü, davranışı, kelimeyi, kavramı ve düşünceyi özgürleştirmeliyiz. Dünyayı ve yaşamı uzak bir ihtimal olmaktan çıkaracak olan işte budur. Gerekirse, önümüzdeki çay soğuyacak, soframız toplanmadan kalacak, rafımızdaki kitap bekleyecek, aklımız sabredecek ancak bedenimiz hareket edip dünyaya iz bırakacak. Dualarımız kalabalıklaşacak ancak aklımız ve kalbimiz Tanrı’dan hiçbir şey istemeyecek. Bu antik çağı devrimciler bitirecek ya da bitirenlere devrimciler denilecek.