Şair Didem Madak öldü.

Şair Didem Madak öldü.
    
Şiiri anlamak konusunda bir iddiada bulunmam. Didem Madak’ı anlamak için de bir iddiada bulunamam. Ancak şair ve avukat aynı kişide birleştiğinde işte o zaman o kişiyi anlamak konusunda söyleyecek çok sözüm vardır.

    
Şair Didem Madak için 2003 yılında yazdığım “Grapon Kağıtları’ndan  ‘Ah’lar Ağacı’na Didem Madak”  başlıklı yazım şaire ilişkin sözlerimden bir bölümdür. Yeniden paylaşıyorum…

İzmir, dişi ve sevgiliydi benim belleğimde. Belki unutulmak istenen eski bir hesaplaşma. Kötü zamanda gerçekleşen bir tanışmanın üzerinden zamanın suları akmış ve geriye yalnızca “kötü” kalmış. Bu fiilin çağrıştırdığı olumsuzluklarla örülmüş bir perde aramıza girmiş. Görmek istesem bile engel olan kirli, yarı saydam bir perde. Üçüncü sınıf bir otel odasında uyanılan bir sabah, dışarı çıkıp mercimek çorbası için üçüncü sınıf  bir lokanta ararken 12 Eylül’ün tankları ile burun buruna gelindiği andan başlayarak oluşmaya başladı perde.
 
Didem Madak’ın, Grapon Kağıtları adlı şiir kitabını birkaç ay önce, Ankara’dan İstanbul’a bir dönüş yolculuğunda, otobüste okudum. Yargıtay’da kötü geçmiş bir duruşma sonrasının ağır keyifsizliği içinde, içinde bulunduğum otobüs beni kentin içinden yılan balığı gibi kıvrılarak çıkarıyordu. Kentle görsel ilişkim sona ererken Grapon Kağıtları’nın içinden bir başka kent çıktı karşıma; İzmir.  Arka sayfaya hemen derkenar düşüldü; “İzmir dişi ve sevgiliydi benim için. Şiirlerinizdeki İzmir kipine bandırılmış dizeler hepten sevgilim kokuyordu. İzmir kokuyordu. Bu koku için teşekkürler”. Bellekteki saydam ve kirli perde aralandı. Şiir, kenti sürdü önüme. Çantamdaki kitap ayraçları tükendi, rastladığım her  “İzmirli” sayfaya bir tane yerleştirmekten.

Kitabın pek çok şiirinde karşımıza çıkıveren saat kulesini ben kendimce okuyorum. Saat kulesi öyle gün ortasında aylak aylak görülmez “bayım”. Zaman telaşı içinde sipsivrilir karşımıza birden. Sabahın telaşında, kendi telaşsızlığıyla bir dikkat işareti gibi durur orda. İşe gidenler, körfez vapuruna koşanlar. Diyelim ki tatil, beklenen bir sevgilisi yok birkaç şiirde karşımıza çıkan bodrum katta yaşayan kızın, o halde kurumlu bir saat kulesi kur yapar bu kıza. Kitabın bütünü içinde izlenen anlatı/öyküleme biçemi, bazen karşımıza “bodrum katındaki kız”ı iki kere çıkarıveriyor. Burada bir yineleme yanlışı yapılamadığı kanısındayız. Çünkü her şiirin bağımsızlığı yanında, kitabı bütün bir şiir olarak da okumak olası. Öyle ki, kitabın ilk ve son şiirinde grapon kağıtları asılı. Erken bir yargı belki; bütün bir şiir veya tek şiir özelliği nerdeyse ikinci kitaba bile atlıyor.

Sonraki okumalarda, kitabı oluşturan şiirlerin çoğunda, öne çıkmasa da alttan alta bir İzmir dokunduğunun ayrımına vardım. Somut kişi ve öykülemelere dayanan bir anlatımda insana özel olarak seslenen bir yakınlığa kolaylıkla ulaşılabilmiş. Ancak, somutluktan soyuta, ince ayar dizelere, eksiksiz bir şiiriyete bir adım sonra, bir dize sonra varıvermek de bizi fazla şaşırtmıyor. Çünkü, kullanılan anlatım yöntemi, ilk elde ulaşılan en kolay basamakla yetinilen bir yaklaşımın ürünü değil. Şairin yer, öykü ve kişilerle kurduğu özel imge dünyası,  salt kendisinin özel dünyası değil, bizlerin de, yani okuyucunun da imge dünyası.

Az önce değindiğimiz, alttan alta İzmir dokusuyla ilgili kanı, bizim kente ilişkin sakınımlı anılarımızdan doğmuyor. Şiirden ayıkladığımız şairin zehri ve kahrıyla yaşayan, şairine tanıdık bir kent. Tanımadığım bir kent olsaydı, eminim ki okuduğum şiirlerle tanış olacaktım. (2003 yılında Şiir Ülkesi dergisinde yayımlanmıştır.)

Haftanın dizesi; “Usulca yer değiştiriyor ağır bir taş bile.”  (Ahmet Telli, Nida, Everest Y.)