Zamansız Düşünceler

Dinle yenik insan!

Copyright Zahit Atam

 

İnsanın yeryüzünde rahatını kaçıran muammaların haddi hesabı yok!

Dinle yenik insan, düşündüğüm senaryonun adı. İtalik bölüm ise filmin jeneriğinden önce çıkacak bir alıntı.

Yeni Sinema dergisini ideolojik haciz koyarak ve elbette hakkaniyetten sıfır kere yararlanılarak, bir olaylar dizisinden sonra elimden almışlardı.

Yeldeğirmeni’nde oturuyordum. Ayhan Ergürsel ile ilk kez yakın arkadaş olma durumundayız, o Bal filminin kurgusuna başlamak üzere, kendi deyimiyle maddi açıdan sıfırı tüketmiş. Sürekli para bekliyor, nihayet geldi de, yüzü şenlenmişti, iyi insandır, sözünün kıymeti vardır, dürüsttür, cebinde beş kuruş parası olmasa bile, yolda para bulsa, parayı alır ve hemen sahibini arar, hatta peşinden koşar, ben buna şahidim, nitekim böyle olay oldu.

Haldun Dormen tiyatrosunun önünde buluşuyoruz, koca bir yaz yaptık bunu, oradan yürüyoruz, sahilden Moda Aile Çay Bahçesine. Sohbet ediyoruz, Ayhan abi sürekli temkinli, izlendiğinden korkuyor, zor bir hayat sürmüş.

İşte bu yürümelerden birinde aklıma bir senaryo geldi, düşünüyordum ben de o zaman, hayat üzerine, yaşamlarımızı kuşatmış paradokslar üzerinde, insan hayatı nice paradokslarla çevrili, hayatın karşısında yeri geliyor doğanın karşısında, Zeki Demirkubuz olsaydı yazgının karşısında derdi, ne kadar da zayıfız. Bu yürümelerde Kadıköy’deki o kayalıklar üzerinde nice olaya ve görüntüye tanık olduk.

Benim aklıma da tek bir planda çekilecek bir film geldi. Yıllar önce İstanbul Film Festivalinde bir filmin tanıtımını okumuştum, aklıma kazınmış, tek bir plandan oluşuyormuş. Filmi görmedim, sadece bir paragraflık tanıtım yazısını okumuştum, adını da hatırlamıyorum, ben bu hikâyeden yalnız ve yalnız tek planda film çekme kısmını aldım.

Giderek çok daha fazla hayatın yazılmamış kuralları üzerinde düşünüyordum. Aynı zamanda aklımda Bergman üzerine okurken takılmış bir söz var: “Tanrım, inanamayanların durumu ne olacak?” Sanıyorum bu diyalog Yedinci Mühür’de geçiyor, çok iyi ve önemli bir filmdir.

İnsanın gerçeklikle yüzleşmesi, iyilik/kötülük, benliğiyle barışma, hem Nietzsche hem de Mevlana’da olan bir anlayış: neysen o ol! ile olduğun gibi görün göründüğün gibi ol sözleri zihnimden gitmiyor, nitekim bu sözü Zeki Demirkubuz ile Tarık Zafer Tunaya kültür merkezindeki söyleşimizde anmış ve ardından fikirlerimi söylemiştim, hayatımın gizemli sözlerinden biridir.

İnsanın kendi iradesinden bağımsız, gerçekliğin karşısında mücadelesi içinde ona hayatın karanlık yüzünü gösteren, hatta insanın niyetinden bağımsız bir dışsal gerçeklik içinde kötülüğün karşısında bütün haklılığına rağmen onu yenilgiye götüren süreçleri anlatmak istiyorum. İnsanın varoluşunu çevreleyen ve onu kısıtlayan ve elbette gelip onu kadere isyan ettirme duygusunun eşiğine sürükleyen anları yakalamak amacım.

Bilirsiniz, Kadıköy iskelesinde Deniz Otobüslerinden sonra kayalıklar başlar, trafiğe kapalıdır orası, bir tek polis otoları geçer oradan, bir de bisikletler. Halk havalar uygun olduğunda kayalıkları paylaşır, gençler, ara sıra yaşlılar, insanlar olduğuna göre seyyar satıcılar, ileride solda bir çocuk parkı, dolayısıyla aileler, spor yapanlar, alkol alanlar, kimsenin dinlemeyeceğini umarak tartışmak isteyenler, yürüyerek sohbetin hasına dalanlar tablonun bir parçası.

Bu sosyal doku içinde, kamera düz yolda ilerleyecek, kimi yerde duracak, kimi yerde yavaşça olanlara tanıklık edecek, her bir duraksamasında ise hayatın karşısında bütün haklılığına karşın gerçekliğin sosyal kuralları ile yenilmiş insan hikâyeleri ile karşılaşacağız, bu yenik insanlar hikâyesi yalıtılmış değil, genel de küçük bir topluluk içinde olacaklar. Biz o topluluk içindeki insan hikâyelerine odaklanacağız.

Bu hikâyeyi düşündükten yaklaşık bir yıl sonra tekrar okuduğum Karamazov Kardeşler kitabında karşılaştığım şu satırlar aynı zamanda kendimi anlatmam da rehberim oldu:

“Fırtınadır bu, şehvet fırtınadır, fırtınadan da ileridir! Güzellik korkunç, dehşet verici bir şey! Tarif edilemediği, tarife sığamadığı için korkunç. Tanrının yarattığı ne varsa muammadır zaten. Burada kıyılar birbirine yaklaşır, zıtlar yan yana yaşar. Ben koyu cahilim kardeşim, ama bunlara epey kafa yordum. Sayısız esrar var. İnsanın yeryüzünde rahatını kaçıran muammaların haddi hesabı yok! Bildiğin gibi çöz, sonra da zeytinyağı gibi üste çık. Hele o güzellik! (burada yüksek ödül demek isterdim-ZA) Hem kalbi, hem zekâsı çok yüksek bir adamın bazen Meryem Ana ideali ile başlayıp Sodom’da karar kılmasına dayanamıyorum. Daha korkuncu, Sodom idealini içinde taşırken ruhu Meryem Ana’yı inkâr edemiyor; tıpkı temiz, ilk gençlik yıllarındaki gibi bunun uğruna için için yanıyor. Yo, insan varlığı çok geniş, gereğinden fazla geniş; ben kendi hesabıma bunu sınırlardım doğrusu. Şeytanın bile içinden çıkamayacağı bir karışıklık var. Aklın aşağılık saydığında kalp çoğu zaman güzellik buluyor. Sodom’da mı bu güzellik? İnan ki, insanların çoğu için bundadır; bu sırrı biliyor musun? Feci olan yanı, güzelliğin yalnız korkunç değil, aynı zamanda esrarlı oluşu… Bu, şeytanın Tanrıyla boy ölçüşmesi; dövüş alanı olarak insan kalbini seçmiş. Kısacası, herkes kendi derdine yansın bakalım.” (Dmitri Karamazov bunları Alyoşa’ya söylüyor, hem de yerinde duramazken).

Ara parantez, Nuri Bilge Ceylan’a hatırlatma: Dostoyevski muhtemelen edebiyatta diyalektiğin doruğuydu, Nietzsche ise bu konuda yayan kalmayı bırakın, aynı zamanda diyalektik hakkında lafının nereye uzanacağını bile bilmeden budalaca sözler söyler.

Şimdilerde bu paradoksla anlatmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum, insanın gerçekten felsefe yapmasından ve hayatı sorgulamasından esinleniyorum, dilbilim üzerine boca edilmiş krema gibi değil, tam da hayatın kendisini masaya yatırmaktan ve insanın esrarı üzerine düşünüp hayatı sorgulamaktan yola çıkmalı insan. Bunun için ise başlangıç noktası bakmayı bilmek, hatta daha açık söyleyeyim, bana göre bakmayı bilmekten daha önemli bir şey var, bakmak ve bakıp gördüğünü anlayacak kadar dürüst ve cesur olmak, insana, hayata, gerçekliğe aç olmak ve vicdanından yola çıkarak bir doğruluk kriteri üretmek, yasa bulmak yani. İnsanın aklı ile gönlünü birleştirmeye çabalayan bir aranış olarak felsefe yapmak, gündelik hayatın içinde yaşarken felsefenin duyum alanını akılla sınamak ve derin derin düşünceye dalmak, tam da bu anlamda felsefe sinema sanatının doruğu olmaz mıydı? Boşuna mı diyorlar, Felsefenin sonu, hayatla yüzleşmenin başlangıcı olarak sinema sanatı.