Günlük hayatta totalitarizm örnekleri üzerine yazılar yazan psikolog, yazar Gündüz Vassaf, Türkiye Kadınlar Voleybol Milli Takım oyuncusu Ebrar Karakurt için, “Onun cesareti sayesinde direniş daha güçlü olacak” diyor.

Direniş güçlendi
Fotoğraf: Ozan Acıdere

Eda Köprü YILMAYAN

Cinsel tercihlerimizden, dini aidiyetlerimize, kimliklerimize kadar, kimin daha çok milliyetçi, Müslüman olduğu ve tüm bunları iktidarın belirlediği bir gündemin içinde sıkışıp kaldık. Yapılan son seçimlerde de siyasi söylemlerden hareketle “en yerli ve en milli” olanı oyladık. Peki faşizme yönelen milliyetçilik ve dinciliğin sadece Türkiye’de değil dünyada da yükselmesi toplumları nereye götürür? Cumhuriyet’in 100’üncü yılında Türkiye Kadınlar Voleybol Milli Takımı göğsümüzü kabartacak bir başarıya imza attı. Ancak bu başarı öncesinde sosyal medyada ve televizyon ekranlarında Ebrar Karakurt’un cinsel kimliğine yönelik tartışmalar temel insan haklarına saldırı niteliğindeydi. Günlük hayattaki totalitarizm örnekleri üzerinde duran, bugün hâlâ tazeliğini koruyan ‘Cehenneme Övgü’, ‘Cennetin Dibi’, ‘Tarihi Yargılıyorum’, ‘Türkiye Sen Kimsin’ kitaplarında konuyu farklı boyutlarıyla ele alan psikolog, yazar Gündüz Vassaf’ı ziyaret ettik, dünyada ve Türkiye’de artan milliyetçi dalgayı, toplumların geçmişten neden medet umduklarını ve gençlerin tüm bunlara bakışını konuştuk.

‘Cehenneme Övgü’ kitabınızın başında Wilhelm Reich’tan bir alıntı yapıyorsunuz. Reich, “Asıl sorgulanması gereken neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir” diyor. Türkiye’de ciddi bir ekonomik kriz yaşıyoruz. Fakat toplum sessizliğe gömülmüş durumda. Neden?

Türkiye’yle benzer durumda olan ortadan bölünmüş Macaristan, Brezilya, ABD gibi ülkeler var. Almanya da giderek oraya gidiyor. Kimisi A partisine kimisi B partisine oy veriyor. Bunlar din, bayrak, gelenek, milliyetçilik üzerine mesajlarla kurulu. Birçok ülkede hikâye böyle. Bu bir savunma mekanizması. Çünkü yaşadığımız krizlerle halı ayağımızın altından çekiliyor ve kendimizi güvende hissetmiyoruz. Eskiye sığınıyor kendilerini boşlukta hisseden, belirsizlikten korkan insanlar. Yüzyıllardır dinlerden, bayraklardan, güven duyduğumuz bir dünyaya sığınıyorlar. Günümüzde bu değerler artık cevap vermiyor. Çivisi çıkmış bir dünya, tepetaklak oldu her şey, önümüzü göremiyoruz, Türkiye’de de aynı durum söz konusu. Bir anlamda da bunu kabullenmiş bir muhalefet var. Sokaklara çıkmak yerine karşıyım, özgürlük istiyorum diyor ama program yok, kitap yok, düş yok. Düşü yok olmuş bir toplum. Lakin geriye çekilmişliği toplumun mevcut düzen ve partilerden yakasını silken, yolunu arayan bir olgunluğu olarak görüyorum.

Bu sessizliğin ardından bir patlama olur mu sizce? Yoksa Tarihi Yargılıyorumkitabınızda vurguladığınız gibi 21. yüzyılda totalitarizmin başarısı sessiz, edilgen kitlelerin tarihi mi olacak? 

Bu sürece geldik, gelmiş olmamız kaçınılmazdı. Artık nükleer tehlike, yapay zekâ ve iklim krizini aşabilirsek bizi müthiş bir gelecek bekliyor. Aşmamız da o kadar güç değil. Türümüz daha Afrika’dan çıkalı 80 bin yıl oldu. Beyin öyle müthiş bir şey ki kendi sonunu getirebilecek aletler geliştirmiş. Tanrıya oynamış gen yapısını değiştirebilecek icatlarda bulunmuş ama ahlaken henüz emekleme çağında, bebek gibi. Bunu aşmak lazım. Çöküşün geleceğini herkes biliyor. Kimisi gününü gün ediyor kimisi de şaşkınlıkla bakıyor. Bu çöküşle her şey değişecek. İklim krizinin yaratacağı göçler, yapay zekânın oluşturacağı işsizlik, milyonların işsizliği ve onun getireceği göçler tahmin edemeyeceğimiz krizlere, krizlerse yeni bir topluma gebe.

“İTAAT ETMEYE ÇOK ALIŞIĞIZ”

Peki Türkiyede bugün yaşadıklarımızı sadece din ve itaat kültürüyle açıklamak mümkün mü?

ABD dünyanın belki de en dindar toplumlarından biri ancak korku toplumu değil. Türkiye ise korku toplumu. İtaat etmeye çok alışığız. Askeri bir ülkede yaşıyormuşuz gibi herkese sıfatıyla valim, kaymakamım diye hitap ediyoruz. Devlet büyüğü diyoruz. Devlet büyüğü korku toplumuna ait bir ifade. Bankaya en ufak bir işimiz için gittiğimizde davranışımızla, yüzümüzdeki ifadeyle şirin görünmeye çalışıyoruz. Paramızın bankada olmasına rağmen banka memuru bizim karşımızda bir otorite gibi duruyor. Korku toplumu çünkü sürekli darbeler yaşanmış, işkenceler yapılmış, yurtdışına kaçanlar olmuş. Türkiye’de bunu kaç kuşak yaşadı. Kurumları şeklen yaşatırken biat ettiğimiz çıkar ilişkilerimizden medet umuyoruz.

ULUS DEVLETLER MEŞRUİYETLERİNİ YİTİRDİ”

Toplum olarak kahramanlara olan bağlılığımız da bununla mı ilgili?

Yeni kuşaklar kahramansız bir dünyayı var ediyorlar. Türkiye’nin hafızasında olan gençlik liderleri; Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Deniz Gezmiş hepsi kahraman, hepsi lider. Gezi eylemlerine baktığımızda Türkiye çapında çok güçlü bir hareket görüyoruz. Orada bir tane kahraman yok. Bu sadece Türkiye’de de böyle değil. Occupy Wallstreet’in de kahramanı yok. Aynı şey İngiltere’de, Fransa’da, İspanya’da, Mısır ve Tunus’ta da oldu, bir tane kahraman yoktu. Kahramansız, daha özgür bir topluma doğru gidiyoruz. Çünkü kahramanlar da meşruiyetini yitirdi. Ulus devletlerin meşruiyetlerini yitirmesiyle ulus devletlerin kahramanları da günümüzde meşruiyetini yitirdi, taraflaşmanın siyasi simgelerine indirgendi.

Ulus devletler meşruiyetlerini nasıl yitirdi?

Ulus devlet gezegenin yaşadığı sorunlar karşısında ufak, güçsüz, zayıf. Ama kendi toprakları içinde egemen olmak için de fazla büyük. Göçlerle yeni aidiyetler çıkıyor, yeni kimlikler, etnik, cinsel kimlikler oluşuyor. Eskiden ulus devletler bunu kendi içinde eritiyordu. Bugün ise ulus devlet üniforması Kuzey Kore hariç hiçbir ülkeye uymuyor. İnsan artık tek tip değil.

Siz yazılarınızda farklı totalitarizm örneklerini ortaya koyuyorsunuz. Ancak bir yaklaşım da totalitarizmin bir Soğuk Savaş icadı olduğunu vurgular, ne dersiniz?

Totalitarizm 20.yüzyılda tedavüle giren bir kavram. Soğuk Savaş’tan önce başladı. İlk Mussolini İtalya’sında faşist rejimi övmek anlamında kullanıldı. Sovyetler için çok sonra kullanıldı. Sosyal bilimlerle ilgilenenlerin çoğu solcu ve Sovyetler Birliği’ni gizlediler. Bu sosyal bilimlerin bilim olmadığının da kanıtı. Bir kimyacı, fizikçi bunu yapamazdı. 16.yüzyıl Ortaçağ Vatikanında din totalitarizmi var. Şeriat başka bir totalitarizm türü. Yunan demokrasisi yarı totalitarizm, kölelik var. Üstelik askeri devlet. Totalitarizm soğuk savaşla başlamış bir şey değil. Almanya ve Sovyetler Birliği ikisinin de eğitim, sağlık gibi alanlarda refah getirdiği söylenir, bilinir. Çoğu sosyal bilimci bunu söylemeye cesaret edemiyor. Oysa Alman vatandaşı mutluydu. Sermaye mutluydu, işçi mutluydu herkesin otomobili vardı, otoyollar yapılmıştı. Sovyetler Birliği ise inandırıcılığını yitirmiş bir gelecek vaat ediyordu. Bu halk arasında artık alaya alınmış, fıkralara dönüşmüştü, refah ne zaman gelecek diye…

Kapitalizmle-faşizmin özdeş olduğu, birlikte düşünülmesi gereken kavramlar olduğu fikrine katılır mısınız?

Kapitalizm ekonomik bir düzenin adı, feodalizm gibi. Faşizm ise bir ideolojinin adı. Kapitalizm eşittir faşizm demek mümkün değil. O zaman her kapitalist ülkenin faşist olması gerekir. Aynı zamanda ırkçı da olması gerekir. ABD ırkçı bir ülke olsa dünyanın yarısı oraya göç etmek istemezdi. ABD nüfusunun çoğu Hispanikler olacak. Irkçılık güçlü olsa da rejim öyle değil. Bu totalitarizmi nasıl tanımladığınıza bağlı. Benim tanımımda siyaseten Sovyetler totalitarist bir ülkeydi. ABD’deki durum için ise uyur gezer bir totalitarizm diyebilirim. Soyvetler’de benimsemedikleri halde totaliter bir düzende yaşadılar. Türkiye ise ABD gibi. Hem totaliter bir düzen var hem de kendi küçük veya büyük dünyaları, arzuları, hevesleri var. 

LLİYETÇİLİĞİN ZAMANI GEÇTİ”

Annenizin yaşamını anlattığınız Annem Belkıskitabında bir kuşağın hangi mücadelelerden, yokluklardan geçerek yetiştiğini okuyoruz. Bu yıl Cumhuriyetin 100. yılını kutlayacağız. 100.yılda geldiğimiz siyasal durumla ilgili değerlendirmeniz nedir?

20-35 yaş arası okumuş, meslek sahibi olmuş gençler Türkiye’den kaçıyor. Farklı ülkelerde iş buluyorlar. Bu cumhuriyetin başarısını gösteriyor. Yüzde 90’ı okuma yazma bilmeyen, okur yazarların da Osmanlıca bildiği bir toplumdan on binlerce kalifiye genci dünyaya yollayabiliyoruz ve iş buluyorlar. Bu cumhuriyetin başarısı. Cumhuriyetin kâbusu ise Türkiye’den bu gençlerin neden gitmek istedikleri. Mustafa Kemal Atatürk zamanında kimi Kürtler dışında hemen herkes milliyetçi. Ermeniler artık yok. Yunanistan, Bulgaristan bağımsız, devletlerini kurmuşlar. Nâzım Hikmet de milliyetçi. Uzak Asyadan dört nala girdik” derken milliyetçi. Bizden önce kimler vardı diye düşünmüyor. Atatürk de milliyetçi. Ama bugün Türkiye’de anket yapsanız belki ancak yüzde ellisi kendini milliyetçi olarak tanımlar. Zamanı geçti milliyetçiliğin. Vatan severlik ise başka şey.

Son seçimde İslamcılığın ve milliyetçiliğin yükseldiğini gördük.

Sadece mesajın yükseldiğini gördük. Dünya değişirken tek tutunacağımız; bayrak ve din. O mesaj tutuyor ama o kişilerin milliyetçi olduklarının değil, anlam veremedikleri değişken bir dünyada çaresizliklerinin göstergesi.  Biz itaat, biat, korku toplumuyuz. Eğitim hocanın önünde yere bakmak değil, eğitim soru sormaktır. Nereden biliyorsun diye soru sormaktır. Annem Göztepe’de bir okulda öğretmen. Öğrenci bir soru soruyor, annem “Bilmiyorum” diyor. Öğretmenler odasında da arkadaşlarına soruyor. Müdür o sıra orada. Annemi Çamlıca’ya sürüyorlar. Soru sorulamayan bir yerde eğitim yok demektir. Yunan felsefesi soru üzerine kuruludur. ABD’de, İsveç’te de bu böyledir. Öğrenci öğretmene nereden biliyorsun diye sorabilir.

Hobsbawm Haşhaş tohumu nasıl afyon müptelasının hammaddesiyse, milliyetçi, köktenci ideolojilerin oluşmasında tarih aynı işlevi görür” der. Dünyada ırkçılık ve milliyetçiliğin yükselmesinin sonuçları ne olur? 

Oy verme dışında temel davranışlara baktığımızda gençlerde milliyetçiliğin bir numaralı ifadesi asker olmak. Vatanı, bayrağı için silahı eline almak. Çok tekrarladığım bir şey ama yine ifade etme ihtiyacını hissediyorum. Türümüzün tarihinde ilk defa gençler asker olmak, ölmek, öldürmek istemiyor. I. Dünya Savaşı’nda Almanya, İngiltere, Fransa’da savaşmak istemeyenler kurşuna diziliyordu. Ailesine de söylenmiyor cephede öldü deniliyordu. Bu ülkelerdeki ordularda zorunlu askerlik kalktı artık gençler savaşmak istemiyor, devletler de gençlere güvenmiyor. Vietnam’da bile bazı askerler arkadan vuruldu. Güvenmiyorlar. Paralı askerler var artık. Türkiye bile oraya gidiyor. Birçok ülkede vicdani ret hak oldu. Milliyetçilik sadece bir savunma mekanizması. Dini aidiyetlik çivisi çıkmış dünyada sabitlere sığınma mekanizmamız. Anne babaya sığınma mekanizmamız. Toplumun vazgeçilmez aidiyetlikleri olmuş.

NSEL KİMLİĞE YÖNELİK DİRENİŞ DAHA GÜÇLÜ OLACAK

Türkiye Kadınlar Voleybol Takımımız Avrupa Şampiyonu oldu. Fakat takımın oyuncularından Ebrar Karakurt cinsel tercihi nedeniyle hedef tahtasına oturuldu. Siz maçı ve tartışmaları takip edebildiniz mi? 

Ebrar Türkiye’nin sosyal tarihinde bir dönüm noktası. Ülkede mevcut iktidarın çizdiği tek tip genç modeli, bir çırpıda milyonların nezdinde çöküverdi. Türkiye kucakladı Ebrar’ı. Durum değişiverdi. Ebrar’ın cinsel kimliğine karşı yapılan saldırı insan haklarına yönelik dalganın ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Ebrar’ın cesaretinin bu tarihi ana, milli maça denk gelmesi tarihi bir dönüm noktasının gerçekleşmesini sağladı. Cinsel kimliğinden dayak yiyen kişiler artık daha az olacak, direniş daha güçlü olacak.

Tarih bilinci az olan ya da hiç olmayan bir toplumu yönetmek kolaydır. Böyle bir toplum eleştirici değildir ve kurulu düzenden kolayca memnuniyet duyar” diyorsunuz. Kadınlar Voleybol Takımı’ndaki oyuncumuz için Twitterdan Abdülhamit takma isimli bir kullanıcı paylaşımlarda bulundu. Övündüğümüz Osmanlı tarihini de bilmiyoruz.  Abdülhamit üzerine tartışmalar yapılıyor. Tarih bilinci olmayan bir topluma ne olur?

Nasıl yeni pabuç, gömlek, çorap alıyorsak yeni modaların, yeni değer yargılarının, yeni düşüncelerin peşindeyiz. Onları üstümüzdeki kıyafetler gibi değiştirebiliyoruz. Yeni kuşakların yarattıkları, yaşadıkları başka bir ortak tarih var. Artık ulus devlet tarihi yok. Öğrenci göçü, iktisadi-siyasi göç, çok kültürlü evlilikler, farklı dinlerden kişilerin evlilikleri, gelenek sınırlarının aşıldığı  gezegenimizde  yepyeni bir kültür, yepyeni bir bütünlük yaratıyor. Değişen bir bütünlük bu, sabit de kalmıyor. Ulus devlet kimliğini devlet propagandasıyla, resmi geçitler, bayramlarla yaşatabilirsiniz. İskoçya, Pakistan asıllı başbakan seçti, Batı’da belediyeler, belediye meclisleri artık göç etmiş olanların çocuklarının elinde. Londra’da, ABD’de, Paris’te dünyanın her tarafından öğrenciler var. Onlar “bana ne bu tarihten” diyorlar. Hangi ülkenin tarihine baksak ulus devlet olmuş ama hangi ülke olursa olsun yapılan, o ulus devletin kendi halkına şiddet kullanmasının tarihi. Devletin şiddet kullanma hakkı da var. Bol bol da kullanmış.

TÜRK AYDINININ KOPUKLUĞU DİLLERE DESTAN”

Peki bu ülkede aydınların başına gelen nedir? Biz neden aydınımıza kıyıyoruz? 

İğneyi önce kendimize batırayım. Türkiye’de meclise giren ilk sosyalist parti Türkiye İşçi Partisi’ydi. Bunu hikâyeyi Mehmet Ali Aybar’dan dinlemiştim. Seçim propagandası için köye gidiyor, köyden ayrılıyor ve köydeki parti temsilcilerine “beni nasıl buldular” diye soruyor. Çok sevdiler, beğendiler yanıtını alıyor. “Uçuk vaatlerde bulunmadın, sen bizi sabırla dinledin, sorduğunuz sorulardan anlıyoruz ki dertlerimizi anladın fakat anlamadıkları bir şey var” demişler. Ayrılırken arkadaşlar her şey tamam ama sorunların çözülmesi için “pilinçlenmeniz” lazım demiş. Mehmet Ali Aybar’ın bilinçlenmeniz sözünü piliçlenmeniz diye anlamışlar. Bilinç diye bir kelime yok dağarcıklarında. Türk aydınının kopukluğu dillere destan. Başta Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk ya silahlı devrimleri ya askeri darbeleri destekledi, köye gitmeden köyde devrimi destekleyen aydınlarımız oldu. Aralarında üniversite hocaları da vardı. Aydın toplumun yabancısıydı. Türk aydınına sempatik değil, bir yabancı gibi baktı toplum. Üniversitede yedi yılda bir size araştırma yapabilmeniz için izin verirler. Ben de Boğaziçi’nde izin alıp “Türkiye’de kime deli derler” diye bir araştırma yapmak istedim çünkü Amerikan Psikiyatri Cemiyeti’nin tanımları kullanılıyordu. Kültür emperyalizmi böyle bir şey, yaşamın her alanına sirayet ediyor. “Araştırmanı Türkiye’de kanunen yapamazsın” dediler. İzin yılımı bilgi ve görgümü artırmam için kullanmalıymış yani batıya gitmem gerekirmiş. Mısır’a gideyim desem ona da izin vermeyecek. Sistem aydının aydınlanmasını batıda görüyor, aşağılık kompleksinde seni kendi toplumunu tanımaktan uzak tutuyor.

Türkiye Sen Kimsinkitabınızın 6.baskısında okurdan özür diliyorsunuz. Daha önce kitabınızı “Aitliklerimizden bizi özgürleştirerek dünya vatandaşı olabilmemizin kapısını aralayan Facebookun öncülerine” diyerek ithaf etmişsiniz. Daha sonra kitabınızın 6.baskısında Tehlikeyi görmediğim için kendimi eleştiriyor, okurlarımdan özür dilerim” diye yazıyorsunuz. Görmediğiniz tehlike neydi? Bir de sizin yazar olarak yaptığınız özeleştiriyi hem siyasilerde hem de aydınlarda göremiyoruz. Çevremizdeki insanlar da hatalarıyla yüzleşmekten çekiniyor. Bu toplum neden özeleştiri yapamıyor? 

Facebook çıkınca keyiften uçmuştum. Genç kuşaklarda o yıllarda adını İpekyolu diye adlandırdığım bir akış hissetmiştim. Milli ve dini bagajlarını arkada bırakıp yeni bir ipekyolunda buluşmaya gidiyorlardı. Yaşadıklarını, sevdikleri müziği paylaşıyorlar diye düşünmüştüm. Dünyanın sorunlarından uzak görünse de sınırları aşıp birleşmeleri yepyeni bir oluşumu açacaktı. Aradan 10 yıl geçince öğrendik ki verilerimizin hepsini alıp satıyorlarmış. Bilgilerimizi satıyorlarmış. Ayrıca siyasi davranışlarımızı belirlemek, kime oy vereceğimizi etkilemek için nokta atışlar yapıyorlarmış.  Şimdi Zuckerberg’in ve başkalarının da yaptığı metaverse’ler var. Metaverse dünyasında istediğimiz avatar veya kimliklerle, istediğimiz sosyal aitlikle, cinsel aidiyetlikle yepyeni bir dünyada yaşayabileceğiz. Sanal dünya artık gerçek dünyamız olacak. Gerçek dünyada yeter ki yemek yiyebilelim, barınağımız olsun. O dünyada kendimizi gerçekleştireceğiz yeni mesleklerimiz, yeni sevgililerimiz olacak. Yani İngiltere’nin daha önce Çin’e afyon tekkesi zorlaması gibi bir zor olmadan gönüllü kulları olacağımız. Böyle bir dünya sunuluyor.

“TÜKETİM TOPLUMUNA ŞARTLANMIŞ ŞIMARIK ÇOCUKLARIZ”  

Yaşadığımız siyasal, toplumsal süreçler insanların iyi olma hallerini, psikolojilerini de etkiliyor. Araştırmalar, Türkiye’de antidepresan satışının arttığını gösteriyor. Gençler arasında da antidepresan kullanımı yaygın. Psikoloji alanında öncü bir akademisyen olarak antidepresan kullanımı neden artıyor sizce?

Dünyada da artıyor sadece Türkiye’de değil. İğneyi önce kendimize batıralım. Şımarıklığımızdan, hazlarımızı abarttığımızdan, bir çocuk gibi hazlarımızın hemen gerçeklemesini istediğimizden, bencilliğimizden uykusuz kalabiliyoruz. Tüketim toplumuna şartlanmış, tüketim patolojimizin şımarık çocuklarıyız belki. Reklamlar ihtiyacımız olmayan şeylere özenmemiz ya da başkasında olana özenmemize neden oluyor. Aldığımızdan çabucak yorulmamız bizi epey şımarttı. Beklentilerimiz tüketemediklerimizle sınırlı kaldı. İflah olmaz bir şımarıklık bu. Her yerde bu böyle. Avrupa’da da bu geçerli. 1993 krizinden bu yana gelir eşitsizliği arttıkça eskisi gibi tüketemedikçe daha da artıyor. Çünkü tüketim eksikliğini hissediyoruz. Tabi sosyal medyanın da bunda etkisi var. Artık reklamcılara ihtiyaç kalmadı. Sosyal medyayı kullananlar onların çarpanı oldu. Okudukları, dinledikleri, yedikleri içtikleriyle, gittikleri yerlerle kapitalist düzenin işbirlikçisi oldular.  Bir yandan da esiri diyebilir miyiz? Esiri olmayı aştık artık biz pompalıyoruz. Göstererek yapıyoruz bunu. Biz tüketim toplumunun gönüllü reklamcıları olduk.

“PSİKİYATRİST BİREYİN DÜZENE UYUM GÖSTERMESİNİ SAĞLAR”

Cehenneme Övgü kitabınızda Psikiyatrist bugünün totaliter toplumunda en yüce kolluk kuvvetidir” tespitiniz var. Neden?  

Hâlâ öyle. Size bir örnek vereyim. 68 kuşağı, Hacettepe Üniversitesi Psikiyatri Kliniği. Kliniğin duvarındaHerkes dünyayı değiştirmeye kalkışıyor, sen kendini değiştir” cümlesi asılı. O yıllar düzen değişikliği istenen yıllar.Ecevit “bu düzen değişecek” diyor. Merkez bile düzen değişecek diyordu.Psikiyatrinin tavrı ise “boş ver düzeni değiştirmeyi sen kendini değiştirdi. Düzeni değiştirmek isteyenler anormal olanlardı.  Sovyetler Çekoslovakya’yı işgal ettiğinde Kızıl Meydan’da dört genç Çek bayraklarıyla gösteri yapıyordu. Gençleri alıp hemen akıl hastanesine gönderdiler. Düzene karşı gelen, risk alan kişiler sağlıksız, uyumsuz kişiler olarak adlandırılıyor. Uyumsuzluğun ve riskin bedeli işinden, evinden olmak, hapse girmek. Toplumdan aforoz edilmek oluyor. Psikiyatrist bu adamın susmasına yardım edeyim diyor. Bireyin düzene uyum göstermesiyle ilgileniyor. Bu düzen faşizm de olabilir, şeriat devleti de olabilir. Örneğin Suudi hapishanesinde iyi bir psikiyatrist iyi bir Müslüman yetiştirmek ister.