Tarih öncesi bir zamandaydık. Ortaklar Öğretmen Lisesi günlerinde. Orta iki veya üç. Bedene çoktan sirayet eden sinema zehri nedeniyle, sosyal kol olarak Teknik Aletler Kolu’nu seçmiş, Iskra marka film gösterim makinesini çalıştırmayı öğrenmişim. Öğretmenimiz Ramazan Verel, okulda gösterimi yapılacak filmleri seçimini öğrencilere bırakıyordu. Köy Enstitüsü geleneği sürüyordu yani. Ortaklar’da o tarih öncesi, şimdi bize yaşanmamış gibi gelen zamanlarda, karar mekanizmalarına öğrenciler katılıyordu.

Milliyetçi Cephe eli kulağında. “Ülkücü şuura” sahip birkaç öğrenci, gelmekte olan sağcı hükümetten güç alıp istekte bulunuyor, “Tarih şuuru için, tarihi filmler gösterilmeli.” Çok bilmişliğim üzerimde; “Tarihi film mi var sanki, hepsi elde kılıç, Allah Allah, şakkada şukkada!” diye eleştiride bulunuyorum. Yaşım ve entelektüel donanınım bu kadar bir eleştiri düzeyine olanak veriyor o zamanlar!

Tarih öncesi bitti. Vasat devri de geldi geçti. Post-vasat devrinde, vasat altı bir dönem koşullarında yaşıyoruz. Bu arada ben kendimi biraz eğitmeye çabaladım; bugünlerde sinema televizyon alanında doktora yapmaya çalışıyorum. Ama şimdi tarih konulu televizyon dizileriyle ilgili görüşümü sorsalar, o tarih öncesi zamanlarındaki eleştiri düzeyimi yükseltmeye hiç ama hiç ihtiyaç duymam. Sadece bir cümle eklerim: En klasik entrika şablonları ile…” cümlenin gerisini aynen yazarım.

Tarihi, giyilen kostümden ibaret sayan bir anlayış egemen olunca, aynısı dizilerde de yineleniyor. Böylesi bir sığ biçimcilikte, vasatı bile tutturmak olanaksız. Sürdürülebilir vasatlık için dua etmeliyiz bu zamanda. Çünkü vasatın olanaksızlığı gelip girdi hayatımıza. Meraklarımdandır; televizyon dizilerinin ilk bölümlerini izlerim. Ne zaman “Eyvah bu dizi çok kötü!” desem, bilirim ki o dizi ertesi günkü izlenme ölçümlerinde ilk üçe girecektir. On yıldır hiç şaşmadım. Şimdi bir tane dizinin adını vererek, diğer kötüleri ayrı tutmak istemiyorum. Ama yenilerde bir tanesinin jeneriğinde “Hiçbir canlıya zarar verilmemiştir” gibi afilli profesyonel incelikler… Ama görüntüde var bir eziyet; sabah yola çıkacak kervan için develer akşamdan dolu dolu yüklenmiş. O deve o yükle sabaha kadar nasıl durur ey izleyiciler? Yok ki ortalıkta aklı başında bir Yörük. Onlar ki konalgaya geldiklerinde, önce deveyi düşünürler. Deveyi sular, beslerler. Toparlanıp yola çıkarken de çişine varıncaya kadar tüm ayrıntıları ile ilgilenirler. Öyle ki, “kaşanak” vererek, yani sesle ıslıkla onu çişe tutarak, yola rahat çıkmasını sağlarlar. Bu sözcüğü Kaşgarlı’da da bulabilirsiniz!

Bütün sorunlar bitti de işimiz develerin çişine mi kaldı, diyebilirsiniz. Vasata ulaşmak için deve yükü çaba gerekiyor. Tarihi “deve etmeye” girişenlerin etki ve egemenliğini görünce, örneği deveden verdik…

Dizilerdeki tek sorun akşamdan yük sarılan develer olsa, hiç sorun değil. Ama ana sorun, her şeyin kurgusal gerçeklik boyutlarından bile farklı hale getirilmesi. Sunulanın gerçek gibi kabule zorunlu kılınması. Ki, “paralel” operasyonunda yargısal aşamanın gündeme girmesi; dizi senaristlerinin, yönetmen ve yapımcının gözaltına alınması durumu özetliyor. Her alandaki vasat-altı ve kurgusal gerçeklik-altı dünyaya mahkum ediyorlar bizi.

Yeni Türkiye dizi filmleri gerçekliğine hoş geldik. Bu arada, aklı yüklü devede kalıp üzülen, özellikle hayvan severlere bir not; o deve yüküyle birlikte bizim sırtımızda, deveye bir şey olduğu yok.

Haftaya dize; “Eskimden kalanları büyütüyorum şimdi” ( Aydanur Saraç, Akköy, sayı 81)