Her gün yollanan bu kartlar bu kadınların hayatlarını bir şekilde değiştirmişti. Bazıları Türkçe öğrenmeye başlamış, bazıları siyasi gelişmelerle ilgilenir olmuş, kimileri de her gün yazılan kartlar vasıtasıyla gündelik hayatın basit güzelliklerinin farkına varır hale gelmişti

“Dublin’de güneşler parlıyor...”

Dublin’e geldiğim ilk ayın sonunda, çalıştığım araştırma merkezindeki ortak mutfağımızda çay içerken, yanıma güler yüzlü ve mahçup bir genç kadın yanaştı. “Türkiyeli olduğunu duydum,” dedi bana, “Belki İstanbul’a yolladığım kartlara bir bakmak istersin.” Sohbeti ilerletince isminin Sophie olduğunu, Türkiye’de cezaevinde yatan gazetecilere her gün kart yolladığını ve tek kelime Türkçe bilmemesine rağmen bu kartları Türkçe yazdığını öğrendim.

“Önceleri İngilizce yazıyordum,” diye anlattı Sophie, “Ama sonra birileri bana kartları Türkçe yazmam gerektiğini söyledi. Cezaevine giden mektuplar okunduğu için, yabancı dilde olanları zaten almıyorlarmış.” “Peki, nasıl yazıyorsun?” diye sordum. “Elimle,” dedi. Ardından güzel beyaz dişlerini göstererek uzun uzun güldü. “Google üzerinden tercüme ediyorum,” dedi sonra, “Bir de sözlük kullanıyorum tabii. Ama yine de eminim birçok hata oluyordur.”

Sonraki günlerde Sophie ile arkadaşlığı ilerlettik. Böylece hikayenin devamını da dinleme şansım oldu. Sophie ben onu tanıdığımda, o günlerde hala hapiste tutulan Deniz Yücel’e yazıyordu. Ondan önce de Meşale Tolu’ya kartlar göndermişti. Ailesinden birkaç kişi Ahmet Şık ve diğer Cumhuriyet gazetecilerine düzenli olarak yazıyorlardı. Sophie’yi internet üzerinden takip eden ve onun bu alçakgönüllü direnişinden etkilenen bir grup Alman kadın, onunla birlikte Deniz Yücel’e kart göndermeye başlamışlardı. Kendilerine “Kartpostal Kız Kardeşleri” diyorlardı.

“Kız kardeşler” ile ben de mail vasıtasıyla tanıştım. Farklı yaşlarda, farklı şehirlerden gelen kadınlardı bunlar. Onları bir araya getiren, bir haksızlığa itiraz etme arzusuydu. “Ben de bir şeyler yapabilirim diye düşündüm,” diyordu Dresdenli Kerstin, “Dünyada çok fazla adaletsizlik var. İnsan bunların karşısında kendini çoğu kez çaresiz hissediyor. Kartların güzel tarafı burada: Basit ve sade bir yöntem. Herkesin kolayca yapabileceği bir şey. Ben Deniz Yücel’e bir selam göndermek, onu gülümsetmek istedim. Cezaevindekilere de bir mesaj vermek istedim: Biz dışarıdakiler, içeridekilere ne olduğuna aldırıyoruz. Bir de tabii ‘kız kardeşlere’ yalnız olmadıklarını göstermek istedim.” Kerstin’in kartları diğerlerinin arasında hemen göze çarpıyordu, çünkü bu genç ressam kartların üzerine her seferinde bir hayvan figürü – kangurular, köpekler, salyangozlar – çiziyor ve altına şöyle yazıyordu: “Türkçe bilmiyorum. Çok selamlar!”

Frankfurt’ta yaşayan Ellen ise, Türkçe yazmayı iyice ciddiye almıştı. Mektubunda bunun kendisi için zorlayıcı ama ilginç bir tecrübe olduğunu anlatıyordu: “Deniz’e yazmaya başladığımda, elimdeki çat pat Türkçe ile bir yere varamayacağımı anladım. Önce kendime iyi bir dilbilgisi kitabı aldım. O kitap sayesinde genel şeylere dair yazabilmeye başladım. Mesela havadan, seyahatlerden, ya da yemeklerden söz edebilir oldum. Tabii bunların hepsini şimdiki zamanda yazıyordum. Sonra bir gün Twitter’da tanıştığım bir Türk bana geçmiş zamanın nasıl kullanılacağını öğretmeye başladı. Böylece yazabildiğim konular biraz daha genişlemiş oldu.”
dublin-de-gunesler-parliyor-443168-1.
Bazıları Ellen’dan daha kolay bir yöntem bulmuştu. Chemnitz’de yaşayan Monika, Kafka’nın Dava adlı romanının Türkçesini edinmişti mesela. “Funda Reşit’in çevirisi,” diye yazdı mektubunda, “Oradan her gün bir bölümü karta yazıp Silivri’ye yolluyorum.” Bu romanı neden seçtiğini söylemek gereğini duymadı. Ben de sormadım. İkimiz de bunun belki de en uygun metin olduğunu bildiğimiz için belki. Ama bunu daha ne kadar süre yapmayı düşündüğünü sorduğumda, “Sonuna kadar,” diye cevap verdi. Romanın sonunu kast etmediğinden emindim, onun için daha fazla üstelemedim. “Kartların yerine ulaşıp ulaşmadığını bilmiyorum,” dedi ardından, “Ama Silivri’de birilerinin her gün kapıya yığılan bu kartlarla ne yapacağına karar vermek zorunda olduğunu biliyorum.”

Nathalie Münih’te yaşıyordu. O da Monika gibi, yolladığı kartların üzerine kimi Türkçe romanlardan bölümler kopyalıyordu. Fakat Monika’dan farklı olarak, Silivri’deki gardiyanları da düşünmüştü: “Başından beri kartlara değişik pullar yapıştırmaya çalışıyorum,” diye yazdı bana, “Belki gardiyanlar arasında pul biriktiren birileri vardır diye düşündüm. Bu kartlar yerine ulaşmasa da, üzerlerindeki pulların orada birilerini mutlu edeceğini ve mahkumlara daha iyi davranmalarını sağlayacağını umdum.”

Bu kadınlardan bazıları siyaseti çok yakından takip ediyorlardı ve Türkiye’de olan bitenden haberleri vardı. Diğerleri ise, bu işi çok daha çocuksu bir inatla sürdürüyorlardı. “Bu işe başlarken aklımda Harry Potter’dan bir sahne vardı,” diye yazıyordu Ellen, “Hani Vernon Amca, Harry için gelen mektupları yırtıp attıkça, Hogwarts’tan binlerce mektup yağar ve kapıdan bacadan evi doldurur ya? İşte ben de aynısının Silivri Cezaevi’nde olmasını umuyorum. Kartlar çoğaldıkça, orada birilerinin bunlarla baş etmesi gerekecek. Ne kadar çok kart olursa, o kadar iyi!”

Her gün yollanan bu kartlar bu kadınların hayatlarını bir şekilde değiştirmişti. Bazıları Türkçe öğrenmeye başlamış, bazıları siyasi gelişmelerle ilgilenir olmuş, kimileri de her gün yazılan kartlar vasıtasıyla gündelik hayatın basit güzelliklerinin farkına varır hale gelmişti.

Deniz Yücel tahliye edildiğinde, hepsi çok sevindiler. “Kart olayı bitti mi şimdi?” diye sordum Sophie’ye. “Deli misin? Daha yeni başladı,” diye cevap verdi. Van Cezaevi’nde yatan Nedim Türfent’e yazıyor şimdi her gün. “Kartları haftalık olarak alıyorum,” diye anlattı bana her zamanki utangaç haliyle, “Öylesi daha kolay oluyor. Ama her gün başka bir şey yazıyorum tabii. Genellikle o gün başıma gelenlerle ilgili bir şeyler.”

Sophie büyük bir inatla yazmaya devam ediyor. Kimi zaman trende şahit olduğu gülünç bir olayı, kimi zaman sabah uyandığında onu karşılayan gökyüzünün rengini, kimi zaman da sahile vuran dalgaların sesini yazıyor. Ama bıkmadan usanmadan her gün yazıyor. Çünkü yazılı sözcüklerin gücüne inanıyor. “Hiç iyimser değilim,” dedi bana geçen gün, “Ama bu vazgeçeceğimiz anlamına gelmiyor. Yazmaya devam edeceğiz. Sen de bunları yaz. Hem o zaman belki başkaları da katılır.”

Deniz Yücel’e yazdığı kartlardan birine “Dublin’de güneşler parlıyor...” diye başlamış, Sophie. Onun güzel ve dost canlısı yüzüne, ışıl ışıl yanan zeki gözlerine bakarken ben de aynısını düşünüyorum: Dublin’de gerçekten güneşler parlıyor. Onca yağmura çamura ve soğuğa rağmen hem de. Güneşler pırıl pırıl parlıyor.