Dünya Bankası, Uganda’nın LGBTİQ+ karşıtı baskıcı yasalarını gerekçe göstererek yeni kredi vermeyeceğini duyurdu. Bankanın insan hakları konularında daha sert olacağı düşünülse de peşin yargılardan kaçınmak gerek.

Dünya Bankası’nın "siyasi" Uganda kararı

Danny BRADLOW

Uganda kararının yerinde olduğuna şüphe yok, fakat yıllardır Dünya Bankası üzerine çalışıyorum ve yakında “Uluslararası Finansal Kuruluşların Hukuku” isimli bir kitap yayımlayacağım. Söyleyeceğim şu ki, iyi haberlere şu an için temkinli yaklaşmakta yarar var.

75 yıldır faaliyette bulunan Dünya Bankası, 189 üye ülkeye sahip. Bankanın amacı, senelik kişi başına düşen milli gelir düzeyi 12 bin 535 dolardan az olan üye ülkelere, kalkınma proje ve programları için finansman sağlamak. Bankanın faaliyetlerini denetleyen ve verdiği kredileri onaylayan yönetim kurulu da yine üye ülkeler tarafından atanıyor.

Bankanın “anlaşma koşullarına” göre, siyasi gerekçeler ile karar alması yasak. Anlaşma koşulları, “Banka, üye ülkelerin siyasi meselelerine müdahil olamaz” diyor. Ayrıca alınan kararların üye ülkelerin “siyasi karakterinden” etkilenemeyeceğinin de altı çiziliyor.

Dahası, bankanın yalnızca “ekonomi ve verimlilik” üzerinden değerlendirme yapabileceği söyleniyor ve bankanın “siyasi ya da ekonomi dışı faktör ve değerlendirmelerden etkilenemeyeceği” söyleniyor.

Kağıda dökülen anlaşma koşulları, bu kritik kavramlara herhangi bir tanım getirmiyor. Bankanın karar alma süreçlerinde hangi faktörün “siyasi,” hangi faktörün ise “ekonomik” olduğuna hangi kriterleri üzerinden karar verileceğine dair de bir yönerge verilmiyor.

Dolayısıyla tüm bu konularda inisiyatif, bankanın karar alıcılarına bırakılmış oluyor.

GÖREV DAĞILIMI

Anlaşma koşulları kaleme alındığında, yıl 1944’idi. O dönemde “siyasi” ve “ekonomik” kararları alanlar arasındaki görev dağılımı oldukça netti. Bankaya üye olan ülkelerin her birinin bankadan alacağı desteğin toplumsal, çevresel ve kültürel sonuçlarını kendi egemenlik hakları içerisinde, kendi iradesiyle değerlendireceği varsayılıyordu.

Banka ise bu konularda devletlerin kanaatini peşinen kabul etme durumundaydı. Tek görevi, kredi talebinin teknik yeterliliğini ve ekonomik-finansal açıdan gerçekçi olup olmadığını değerlendirmekti.

Tabii bu görev dağılımının gerçekçi olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Bankanın yönetim kurulunun her kredi talebine onay vermesi gerekiyordu. Yönetim kurulu üyeleri, atanmalarından sorumlu olan üye ülkeleri de temsil ediyorlardı. Kendilerini atayan ya da seçen üye ülkelere hesap verme zorunluluğu hissetmeleri, ya da aldıkları kararların siyasi neticelerini göz önünde bulundurmaları kaçınılmazdı. Bu siyasi değerlendirmelerin, zaman zaman “teknik değerlendirmenin” önüne geçmesi de gayet olasıydı.

Dolayısıyla siyasi değerlendirmeler ve “insan hakları meseleleri,” şu ya da bu şekilde daima bankanın göz önünde bulundurduğu olgular arasındaydı.

Bankanın siyaset ya da insan haklarıyla ilgili meseleleri operasyonlarından soyutlama çabasının işe yaramaması iki şekilde ele alınabilir. İlk olarak, bankanın üye ülkeler ile ilişkisi açısından ele alınabilir. İkincisi, tekil kredi anlaşmaları üzerinden ele alınabilir.

Bankanın siyasi değişkenleri karar alma süreçlerinin dışında tutmayı başaramamasına güzel bir örnek, 1960’lı yıllarda Portekiz ve Güney Afrika’ya verilmek üzere onayladığı krediydi. Onaylanan kaynak, Mozambik’te Cahora Basa Barajı’nın inşası için kullanılacaktı. Banka krediyi onaylamıştı fakat Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bu iki ülkenin “kolonici ve apartheid” politikaları yüzünden yaptırımlarla cezalandırılmaları gerektiğini savunuyordu.

BM üyelerinin çoğunluğunun da desteğini alan birçok Afrika ülkesi kredinin verilmemesi gerektiğini savunmayı sürdürdüler. Sundukları gerekçe, kredi talep edenlerin “insan hakları ihlallerinde” bulunduklarıydı. Bu ülkelerin bölgesel barış ve güvenliği tehlikeye soktukları da gerekçeler arasında sayıldı.

Bankanın baş avukatı alınan kararı savunurken, bankanın siyasi gerekçelerle karar almasının yasaklandığını, yalnızca projenin “teknik detayları” üzerinden değerlendirme yapabileceğini söyledi.

Banka, bu vakada görülen “sözde siyaset dışı” karara rağmen, Güney Afrika demokratik rejime kavuşuncaya dek ülkeye bir daha kredi vermedi.

“ZORUNDA” KALIYOR

Tekil kredi anlaşması üzerinden değerlendirme yapmak gerekirse ise, büyük sosyal ve çevresel neticeleri olan projelerin banka tarafından çok sık fonladığını göz önünde bulundurmak gerek. Haliyle banka “siyasi” değerlendirmeler yapmak zorunda kalıyor, insan hakları konularını göz önünde bulunduruyor ve ulaşılan bulguları proje ve programlarında hesaba katıyor.

Örneğin, banka bir yol inşaatı ya da yenilenebilir enerji projesi için finansman sağlıyorsa, bu projenin bir toprak parçası üzerine planlaması gerekecektir. O toprak parçasında yaşayan insanların, farklı bir yere yerleştirilmesi de gerekebilir.

Ya da projenin insanlara zarar veren sosyal ve çevresel sonuçları olabilir. Örneğin, o bölgede yaşayan nüfusun tarımsal üretim yapmasına engel teşkil edebilir, nüfusun kazalarda yaralanma ya da genç kızların toplumsal cinsiyete dayalı şiddete maruz kalma risklerini artırıyor olabilir.

Projeden etkilenen nüfus ülkede kendi diline, kültürüne ve coğrafi kökenine sahip bir azınlığa mensupsa, uluslararası hukukun ve banka politikalarının “yerli nüfus” tanımı kapsamında belli haklara sahip olabilir. Bu durumda projeden etkilenen nüfusun gerekli bilgiler ışığında ve kendi hür iradesiyle projeye “rıza vermesi” gerekebilir.

Tabii pratiğe bakıldığında, hangi nüfusun “yerli” tanımına uyduğu, ya da yerlilik durumundan kaynaklanan hakları hesaba katıldığında ne yapılması gerektiği üye ülkeler ve banka arasında daima tartışma konusu oluyor.

Örneğin, bazı üye ülkeler topluluğun kanaat önderlerinden “rıza alınmasının” yeterli olduğunu öne sürüyorlar. Diğer ülkeler ise nüfus içindeki kırılgan grupların bir bir hesaba katılması gerektiğini; kadınların, gençlerin, LGBTIQ+ bireylerin, engel sahibi kişilerin de görüş vermesine fırsat tanınması gerektiğinin altını çiziyorlar.

Bazı devletlere göre ise bu gruplara özen göstermek “yerel pratikler ve kültür” ile uyuşmayabilir, dolayısıyla banka kendi anlaşma maddeleri gereği bu “politik” konulara yoğunlaşmaktan imtina edebilir.

Her halükarda, bankanın bir şekilde kanaat kullanması gerekiyor. Örneğin Uganda örneğine bakıldığında, kanaat Uganda’nın LGBTQİ+ yasaları sebebiyle ülkeye kredi verilmemesi şeklinde olabiliyor.

Fakat farklı bir bağlamda bankanın (daha doğrusu Yönetim Kurulu’nun) bilhassa insan hakları ihlalleri sebebiyle kredi verilmesinin daha iyi olacağı ve olası kazanımların risklere ağır bastığını söyleyeceği durumlar da olacaktır.

Buradaki güçlük tabii ki bankanın prensipli ve öngörülebilir bir şekilde karar almasını garanti altına almak. Bankanın kendi çıkarları ya da siyasi tercihleri üzerinden karar vermediğine tam olarak emin olmak güç. Aldığı kararlar için hesap vermesini sağlamak da…

Çeviren: Fatih KIYMAN

Kaynak: The Conversation