Bir kesinlikler dünyasında yaşıyoruz. Kalkmamız gereken saat, yatmamız gereken saat, metro seferlerinin dakikliği, çocuklarımızın yemesi gereken besinler, almamız gereken minimum kalori, öğrenmemiz gereken yabancı diller, okumamız gereken kitaplar, ölmeden önce mutlaka görmemiz gereken yerler, gitmemiz gereken ülkeler, kendimizi hastalıklardan korumamız için içmemiz gereken ilaçlar. Gereklilikler, kesinlikler ve mükemmellikler çağıdır bu. En ince çizgilerin çizildiği, en güzel yolların yapıldığı, en büyük binaların yükseldiği, en en enlerin yaşandığı bir çağ. Kesinliğin, gerekliliğin ve mükemmelliğin olmadığı yerde huzursuzluğun başladığı bir dünya. Elde etmelerin dünyası. Sahip olmaların. Tepeden tırnağa -insana ve dünyaya ait ne varsa hepsinin- sahip olmaksızın tadının çıkarılamadığı bir dünya. Daha iyisini elde etmedikçe tamamlanmamış olduğumuz hissinin ruhumuzu ve bedenimizi sarstığı bir çağ.

Huzursuzluğun yeni çağın en baskın duygusu olması bundan. Yeni çağın değişmeyen ruhu ve peygambersiz dini bu. Huzursuzluk dininin duaları dolduruyor her yanı. Uyanmakla başlıyor, rüyalara kadar sızıyor. Riya çağı bu. Uyanmak istenmese bile uyanılıp işe gidiliyor; uyumak istenmese de erken kalkmak için uyunuyor; sıkılmayacak eller sıkılıyor, yüzüne bile bakılmayacak yüzlere gülümseniyor; konuşulmayacak insanlarla konuşuluyor, sevilmeyecek insanlara selam verilip hal hatır soruluyor. İnsan, adına hayatta kalma mücadelesi denilen, yaşam standardı denilen bir çukurun içinde kendi aklına, kalbine, bedenine ve duygularına zarar veren ne varsa hepsini yapıyor. Mükemmel olma telaşının yaptırdığı hatalar ve yapılan hataların mükemmel olma telaşını kamçıladığı kısırdöngüyle yaşıyor. Oysa bir insan için en korkunç şey olmalı mükemmellik ve kesinlik. İnsan yaptığı, yapacağı ve defalarca tekrarlayacağı hatalarıyla insan, ama bunu görmüyor. Çağ, mükemmelliği, kesinliği, hesap etmeleri ve keskinliği dayatıyor.

İşte bu yüzden sevse de sevemiyor insan. Katılaşıyor. Katılaştıkça daha çabuk kırılıyor. Kırıldıkça daha çok katılaşıyor. Ve gün geçtikçe daha az sevmeye başlıyor. “Kalbin ya paramparça kırılmak ya da taş gibi katılaşmak zorunda kaldığı bu dünyayı terk ediyorum” demişti Nicholas Chamfort 1794’te. Üstelik dünya daha bu denli katılaşmamışken; üstelik henüz Tanrı bu dünyayı terk etmemişken.

Dünya bazen ayak bağı oluyor. Ağırlaşıyor. Yaşanmaya değmezmiş gibi gelip ağlatıyor. Bazen güldürse de her zaman –mutlaka- bir sonraki günü düşündürüyor. Kanaatlerin ve zanların gerçeğin yerine geçtiği, insanın kendisine rağmen ayakta kalmaya çalıştığı bir yer haline geliyor. Sevmek, gülmek, dokunmak, ağlamak ve aşk yerlerini başka şeylere terk edip çekip gidiyor. İnsan yerini bir başka varlığa terk ediyor.

İşte böyle bir zaman ve mekânda, zamanın ve mekânın dar geleceği bir devrim -henüz uzak bir ihtimal olsa da- sırf bu yüzden; bu kesinliğin, bu keskinliğin, bu mükemmel olma gerekliliğinin arasından gülümsüyor. Gülümseyen tek şey bir devrimin olasılığı oluyor. Gülümseyen her şey bir devrim oluyor. Bir devrim bazen sadece gülmek oluyor.

Şimdi yağan kar tanelerinin, hesap edilemez ve ölçülemez düşüşlerine bırakıp kendimi kar altında yürümek zamanı gelmiştir artık. Mevsim kıştır. Bütün kesinliklere, bütün gerekenlere ve mükemmelliklere inat kıştır. Ölesiye kıştır. Ve yürümek ve kar altında şiir okuyabilmek yalnız insana mahsus bir alışkanlıktır: “Yüreğimi bir kalkan bilip, sokaklara çıktım/ Kahvelerde oturdum, çocuklarla konuştum/ Sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum/ Bugün de ölmedim anne...”*

Şiir: Ahmet Erhan