Geçmişime dönüp baktığımda, 6-7 yaşlarındayken Türkiye’de Kıbrıs Savaşı nedeniyle İstanbul’da karartma uygulanırken, ben düzenli bir mesai ile bir proleter olmuştum. Bildiğiniz elektrik motorlu makinede el emeğiyle bobinin birlikte hareket ettiği işte düzenli çalışıyordum. Tam o 1974’ün temmuz ayında bizim evde mum ışığı altında Çetin Altan’ın o insanı rahatsız eden sesiyle evimizde 45’lik plaktan Nâzım Hikmet’in muhteşem şiirlerini dinliyorduk.

Kendimi bilmeye başladığım o tarihten beri sosyalistim, hâlâ sosyalistim, yani ayvayı yemişlerden biriyiz! Nedeni de basit, ben pek çok diğer büyüklerimiz gibi yapmadım. Onların aksine sosyalizmi bir değerler sistemi, bir emek üzerinden ilerleyen dünya görüşü, bir ahlaki varoluş, yaşamla ve insanla kurulan ilişkide aşkın bir ahlaka dayanan ve adanmış bir insanın ‘sistematik muhalifliği’ olarak öğrendiğim, inandığım ve yaşadığım için, sonradan malı götürmek için hayatımda hiçbir girişimde bulunmadım. O ilkeler, o yüceltilmiş değerler hayatımın bütün aşamalarında beni yönlendirdi çünkü.

Ama yaklaşık 40 yıllık zaman diliminde şunu hiç duymadım:

1. Lenin’in kuşkusuz sosyalist sol içinde en ünlü kitabı olan ‘Ne Yapmalı?’=’What is to be done?’ kitabının aslında bildiğiniz pratiğe yönelik bir kitap olmadığını, tam aksine, bütün insanlık tarihinin ürettiği felsefenin en has sorusu olduğu;

2. Ne yapmalı? Sorusunun, esas yapısı itibariyle, tam anlamıyla hayatı nasıl yaşamalı anlamında bir ahlaki sorun olduğunu;

3. Ne yapmalı? Sorusunun aslında içinde bulunduğumuz dünyanın tam anlamıyla yorumlanarak kişiye kimlik kazandıran bir soru olduğunu;

4. Ne yapmalı? Sorusunun özünde varlığı eyleme hazırladığı kadarıyla, yaşamı son bulduktan sonra, dünyada nasıl bir iz bırakacağı sorusuna da hazırladığı;

5. Kısaca Ne Yapmalı? Sorusunun esasında etik bir sorun olduğu ve kişinin yalnızca pratik için değil, dünyevi çıkarlar adına, özünde manevi ve yüce değerler satarak, kısaca sınıfına ve insanlığa sırtını dönüp, dünyalığını kazanarak refah içinde yaşayıp çürüyüp gitmesine karşı esaslı bir reddiye olduğuna;

6. Sonuç olarak ise Ne yapmalı? Sorusunun insanlığın en esaslı sorusu olduğuna dair hiçbir esaslı yorum işitmedim ben sosyalist sol içinde.

Artık esaslı biçimde Ne Yapmalı? sorusuyla ilgilendiğimde şu korkunç hakikatle karşılaştım: İster Sovyetik olsun, isterse Maoist, hadi biraz daha ileri gidelim, isterse Eurokomünist olsun, daha ileri gidelim, isterse kavmiyetçi söylemin yeniden güzellemesi olsun...

Aslında bu ülkede Sosyalist Sol: Ne Yapmalı? eserini, ‘Ne’ olarak değil, tam aksine ‘Nasıl’ olarak okumuş, okuyor, okuyacak ve buna göre kendi gardını alacaktır. Bu korkunç olgusal tespitle yüzleştiğimde içimde çok derin bir hayal kırıklığı oluştu! Çünkü bu tespitin aslında sosyalist solla sınırlı olmadığını ve evrensel bir fenomen olduğunu, bildiğiniz sosyalist mücadeleyle alakası olmayan kültür sanat dünyasında da hep ‘nasıl yapmalı?’ diye yola çıkıldığını ve buna göre hareket edildiğini...

‘Ne’ sorusu ile ‘Nasıl’ sorusu yer değiştirdiğinde, karşımıza zorunlu olarak ‘pragmatist’ akıl çıktığını, pragmatist aklın ise kaçınılmaz biçimde ‘ilkesizlik’ ile zaman içinde kimi ahlaki bozuklarını ‘dönekliğe’ dönüştürecek zeminini hazırladığını anladığımda karşıma Tolstoy çıktı!

Tolstoy’un Orta Asya Türklerinden öğrendiği şu meseli esas yapısı itibariyle gündemime aldığımda hayat görüşüm de özü itibariyle değişmişti:

“Öfkeli bir canavar tarafından bozkırlarda gafil avlanan bir seyyahla ilgili eski bir Şark masalı vardır. Seyyah kendisini canavardan kurtarmaya çalışırken kurumuş bir kuyuya atlar ama kuyunun dibinde onu parçalayıp yutmayı bekleyen, ağzını kocaman açmış bir ejderha görür. Mutsuz adam, canavar onu öldürecek korkusuyla dışarı tırmanmaya cesaret edemez ama ejderhanın onu yemesinden korktuğu için kuyunun dibine atlamaya da kalkışamaz. Bu yüzden kuyudaki çatlaklarda yetişen çalılığın bir dalına tutunarak oraya yapışıp kalır. Kolları güçten düşer ve çok geçmeden, iki taraftan birinde onu bekleyen ölümle yüzleşmesinin muhtemel olduğunu hisseder. Yine de tutunmayı sürdürür, dala tutunurken yukarı baktığında biri siyah diğeri beyaz iki fare görür. Asılı kaldığı çalılığın dalı etrafında iki fare görür. Asılı kaldığı çalılığın etrafında sakince ilerleyerek dalı kemirirler. Kısa süre sonra dallar eğilerek kırılacaktır, böylece o da ejderhanın dişleri arasına yol alacaktır. Seyyah tüm bunları görür ve kesinlikle öleceğini bilir. Ancak orada asılıyken etrafına bakar ve çalılığın yaprakları üzerinde bal damlacıkları görür; dilini uzatır ve onları yalar. Bu nedenle ben de beni paramparça etmeye hazır olan ölümden, ejderhanın kaçınılmaz olarak beklediğini bilerek yaşamın dalına tutunurum ve bu azabın neden benim başıma geldiğini anlayamam. Bir an için beni avutan balı emmeye çalışırım ancak bal artık tatlı değildir. Siyah fare ile beyaz fare gece gündüz tutunduğum dalı kemirir. Ejderhayı açık bir biçimde görürüm, bal artık tüm tatlılığını kaybetmiştir. Yalnızca kaçılması mümkün olmayan ejderhayı ve fareleri görürüm, gözlerimi onlardan alamam.

Bu bir masal değil, gerçek; aksi iddia edilemez ve herkesçe bilinir. Ejderhanın korkusunu benden saklayan hayatta, mutluluğa dair eski yanılgı artık beni kandıramaz. Her ne kadar kendime hayatın anlamını çözemediğimi, onu düşünmeden yaşamam gerektiğini söylesem de bunu yapamıyorum, çünkü zaten uzunca bir süre bunu yaptım. Şimdi günlerin ve gecelerin bana doğru koşarak beni ölüme sürüklediğini görmekten başka çarem yok. Yalnızca bunu görüyorum ve tek gerçek bu. Bundan başka her şey yalan.”

Pratik içinde kaybolmuş insanların ve pratik zorunluluklar içinde kendi kimliğini yitirmiş insanların saçma buldukları şu soru, onlar o pratiğin dışına çıktıklarında hemen karşılarına çıkar: “Hayatım, birinin bana yaptığı saçma ve kötü niyetli bir şaka gibi.” Bu insanlar bir gün gelir ve şu acı gerçeği kabul ederler: Hâlâ bilmedikleri çok şeyler vardır! Zaten cehalet tam olarak böyle işler. Cehalet daima cahilin söylediklerini söyler. Ne zaman bilmediği bir şey olsa bilmediği şeyin aptalca olduğunu söyler. Bunu her başarılı öğrenci yaşamıştır: ortaokulda başarısız öğrencilerin şöyle zırvaları başlar, “Bütün bu öğrendiğim fizik, kimya, matematik hayatta ne işime yarayacak?”, oysaki sadece çalışmaktan korkuyor, dersi dinleyecek ve öğrenecek ruh disiplinini kaybetmiş, en kötü ihtimalle ise dersi anlayacak beyni yoktur, kısaca uzanamadığı ciğere mundar diyordur! Cahilin savunması katilce ve canicedir!