Hayırseverlik balonu (II)

> MURAT MÜFETTİŞOĞLU mmufettisoglu@gmail.com

İlkel toplumlar, ihtiyaçları kadar avlayan ve yetiştiren sınıfsız topluluklardı. Ne zaman ki ‘artık ürün’ ortaya çıktı, sınıflı toplumlara dönüştüler. Sanayi devrimiyle birlikte değişen üretim ilişkileri toplumları kapitalistler ve emekçiler olarak ikiye böldü. Binlerce sene öncesinin iktidar yüzüğü, o gün bugündür ‘yüzüklerin efendisinin’, yani kapitalistlerin parmağında duruyor. Acıklı olan şu ki, ‘artık üründen’ kopartıp yoksulların önüne attıkları her lokma, birer ‘lütuf’ gibi algılanıyor.

Sadece kamu yararının esas alındığı politikalarla, ayrıcalıklı tüketimin değil, kolektif üretimin hakim olduğu toplum yapısıyla ve ‘yönetişim’ anlayışıyla yoksulluğu kökünden kazımak varken hayırseverliği öne çıkarmak, yoksulluğun yeniden üretimine katkı sunmaktan başka işe yaramaz. Hoş, bazı kapitalist teorisyenler -şirketlerin yatırıma dönük finansmanını azalttığı gerekçesiyle- ‘kurumsal hayırseverlik’ faaliyetlerine sıcak bakmıyorlar. Taşı kartopunun içine gizlemeden sadece kendisini atmayı önerdikleri için, aslında “iyilik” yapıyorlar. Safların belirginleşmesi emekçilerin lehinedir zira.

Hayırseverlik faaliyetleri ‘sosyal sorumluluk’ sosuna batırılmış pazarlama uygulamaları olduğundan yardım edilecek kişilerin profilleri, yapılacak yardımların miktarı ve niteliği önemlidir. Bütün bunlar, saha araştırmaları, veri analizleri, kaynak/ürün tedariği ve dağıtımı anlamına geldiğinden belirli oranda istihdamı gerektirir, dolayısıyla bütçe görüşmelerinde stratejik öneme sahip gider kalemlerindendir. Karşılığı kaz olduğundan, gidecek tavuğun hesabı yapılmaz. Velhasıl faydası her defasında sermayenin hanesine yazılır.

Oyun çemberi
1980’lerin başında ABD’de başlayan “iyilik” furyası, dönemin başbakanı Turgut Özal ve partisi ANAP marifetiyle Türkiye’ye ithal edilmiş, AKP dönemindeyse tavan yapmıştır.

Hükümetlerin hayırseverlik konusundaki hassasiyetlerinin dayandığı nedenlerden söz etmezsek ‘oyun çemberini’ açık bırakmış oluruz: Her şeyden önce “sosyal yardımın” pratik karşılığı oydur. Ayrıca, normal şartlarda her bireyin kamusal/doğal hakkı olan (kesintisiz) devlet desteğinin arada bir ‘lütuf’ gibi sunulması, devletle tebaası arasındaki ilişkinin klientalist(himayeci) ve paternalist(baba şefkatinde) olmasını, dolayısıyla aralarındaki ‘otoriter özün’ korunmasını sağlar. Ancak iş burada bitmez. Devlet, özel sektörden de –garip gurebayla- benzer ilişkiyi kurmasını ister. Dahası, fiili bir zorunluluk olarak bunu dayatır. Böylece, hem kendi tavrını meşrulaştırır, hem de yoksul halkın kontrolünü sermaye sınıfıyla birlikte sağlamış olur. Sermaye, devletin ‘yardım ayağı’ dayatmalarına ayak uydurmakta tereddüt etmez. Zira, klasik reklam ve tanıtım marifetleriyle rekabette öne geçmenin iyice güçleştiği pazar ortamında, kurum ve marka farkındalığı yaratmanın en etkili yolunun hayırseverlik faaliyetlerinden geçtiğini bilir. Misal, American Express 1983 yılında Özgürlük Heykeli’ nin restorasyonu için kredi kartlarının her kullanımından 1 penny, her yeni kart için de 1 dolar bağışta bulunmayı taahhüt etmiştir. Bir sonraki yıl Amerikan Express kart kullanımında %28 artış gözlenmiştir.
Taktik/kurumsal hayırseverliğin podyumunda yer alan aktörlere gelecek olursak: Hissedarlar, şirket çalışanları ve müşteriler olmak üzere üç gruba ayırmak mümkündür. Faaliyetin sonunda hedeflenen stratejik faydalarıysa şöyle özetleyebiliriz: özel girişim olarak “iyilik” yapmak, devletle/bürokrasiyle ilişkileri korumak, müşterilerin ve şirket çalışanlarının nezdinde itibarını ve imajını güçlendirmek, en mühimi, toplam kârı maksimize etmek. Hikâye aslında bundan ibaret.

İlgili kaynaklara göre memleketteki hayırseverlik şampiyonu Sabancı Holding’ miş. Koç Holding ise, ayni ve nakdi yardımlara ilaveten, ‘sosyal adalet için hayırseverlik’ konulu araştırmalarıyla öne çıkıyor. Amaç, ihtiyaç sahiplerinin belli fırsatlara ulaşması için kâr amacı gütmeyen vakıflar, gönüllü dernekleri, stk’ lar vs kurup yardımların bunlara yapılmasını sağlamak. Şüphesiz devlet, yapılan ayni ve nakdi yardımları karşılıksız bırakmıyor; hayır sahiplerine vergiyle ilgili avantajlar, kolaylıklar vs. sağlıyarak borcunu ödüyor. Cumhuriyet tarihinin en büyük ve en kârlı kuruluşunun(Tüpraş) AKP iktidarı tarafından Koç Ailesi’ne takdim edilmesi, birikmiş bir borcun ödenmesi gibi de yorumlanabilir. Ancak, ayın bir de karanlık yüzü var:

2008 yılında Sabancı Holding’ in net kârı bir önceki yıla göre %23 artış göstererek 1 Milyar 189 Milyon TL olarak açıklanmıştı. Buna rağmen Akbank, 2008 krizinde 2700 çalışanını işten çıkardı. Elde ettiği tasarruf yıllık net karının yanında devede kulaktı. Koç Holding’ in 2015 yılının ilk 9 ayına ait net kârı ise 2,2 milyar TL olarak açıklanmıştı. Gel gelelim, 2015 yılında Koç şirketlerinden, Tofaş’ tan 142, Arçelik’ ten 175, Ford Otosan’ dan 280 kişi işten çıkartıldı. Benzeri yüzlerce skandal sıralamak mümkün. Ülkemizde 1923 yılı itibarı ile 4559 km olan demiryolu uzunluğu 1940 yılına kadar 8637 km’ ye ulaşmıştır. Sonraki yıllarda bilhassa sağ hükümetlerin yerli ve yabancı sermayeyi kollayan politikalarından ve Koç Ailesi’ nin Ford ve Fiat firmalarıyla yaptıkları anlaşmalardan ötürü demiryolu yatırımları kesilmiştir.

Koç Holding’ in Divan Oteli’ nin kapılarını eylemler sırasında Gezi direnişçilerine açması adeta bir ‘masal’ gibi anlatılıyor. Doğrudur, çünkü bu bir masaldır! Aynı Koç, 2015 yılında kendisine ait Divan Pastaneleri’ nde çalışan 53 kişiyi kapının önüne koydu, üstelik tazminatlarını da ödemedi.

İnsanlığın tez zamanda evrensel sol değerlerle buluşup -laik, modern, muhafazakar ya da milliyetçi olduğuna bakmadan- sermayeyi ve onun hayırseverlik balonunu patlatması artık bir zorunluluktur.