İktidar yapılarıyla toplum arasında bütünleşme karşılıklılık esaslı düzenli bağların varlığını gerektirir.

İktidar yapılarıyla toplum arasında bütünleşme karşılıklılık esaslı düzenli bağların varlığını gerektirir. Bu bağlar kendini yeniden üretebildiği ölçüde, toplumsal düzen de kendini yeniden üretir. Günümüz toplumlarında toplumsal bütünleşme iki farklı biçimde gerçekleşir. Sistem bütünleşmesi yüz yüzeliği gerektirmeyen kurumsallaşmış ilişkiler çerçevesinde gerçekleşir. İşsizlerin sigorta sisteminden düzenli işsizlik ücreti alması bu tür bir ilişkilenmenin örneğidir. Sosyal bütünleşmeyse aynı mekânda sürekliliği olan yüz yüze ilişkilere dayanır. Tarikatlar aracılığıyla kişiye özel dağıtılan yiyecek paketleri sosyal bütünleşme boyutunu öne çıkarır.

Bu iki bütünleşme modeli birbirini dışlamamakla birlikte, sistem bütünleşmesinin sosyal bütünleşmeyi giderek ikincilleştirmesinin modern toplum olmanın ana göstergelerinden biri olduğu varsayılır. Ancak çöken sosyal devlet ve yükselen yiyecek kolilerine bakınca, modernleşme denilen sürecin sanıldığı kadar doğrusal olmadığı anlaşılıyor. Liberal politikaların bu derece başat hale gelip, sosyal devletin toplumsal yaşamdaki düzenleyici rollerinden bu kadar geri çekildiği bir dönemde, sistem bütünleşmesini sağlayan çok sayıda mekanizmanın ya tümüyle ortadan kalktığı ya da yerlerini farklı bir mantığa dayanan sosyal bütünleşme mekanizmalarına bıraktığı görülüyor.

Esasen bu durum yeni-sağ ideolojisinin öngörüleriyle tutarlıdır. Refah devletinin çekildiği alanlarda yerel toplulukların, ailenin ve dayanışma ilişkilerinin sorumluluk alması yönündeki önerilerin başarıyla uygulandığı bir ülke görmek isteyenler için son yirmi yılın Türkiye’si eşsiz bir örnek oluşturuyor.

Türkiye’de mevcut iktidarın hegemonya kurma sürecini anlamak büyük ölçüde sistem bütünleşmesinin tahrip edilip, stratejik alanlarda yerine sosyal bütünleşme mekanizmalarının konulduğu süreci kavramayı gerektirir. Özenli bir çözümleme bu iki sürecin aslında tek ve bütünleşik olduğunu gösterecektir. Sistem bütünleşmesini olanaklı kılan kamu iktisadi teşebbüslerini, sağlık ve eğitim sistemini çökerterek toplumda güvensizlik yaratan bu anlayış, aynı zamanda bu güvensizliğin içinden gelenlerin en azından bir bölümüne kucak açacak sadaka/yardım mekanizmalarını, yeşil kartı, yatılı kuran kurslarını da bir sosyal bütünleşme mekanizması olarak kurmuştur.

Tam da bu noktada bu mekanizmalar yanında, söz konusu mekanizmaları işler kılacak örgütlenme modeline de iyi bakmak gerekir. Bu konudaki en çarpıcı boyut birbirlerinden belli bir özerklik içinde çalışan ikili bir yapının varlığıdır. Her iki yapı da sistem ve sosyal bütünleşme alanlarında aktif çaba göstermekle birlikte, AKP siyasal alana yoğunlaşırken, tarikat düzeni ağırlıklı olarak toplumsal alanı hedeflemektedir. Bu iki katmanlı örgütlenme modelinin toplumsal tabanda sağladığı hegemonyanın asıl anahtarının yüz yüze ilişkilerde yattığı ve bu ilişkilerin bu derece yaygın ve en ücra köşelere kadar sirayet etmesinde tarikat düzeninin belirleyici bir rolünün olduğu açıktır.

Geçtiğimiz dönemde CHP’ye yönelik en büyük şikâyet kendi içine kapanmış dar bir liderlik ve yönetim kadrosu ve buna eşlik eden atalet içindeki örgütün toplumla bağlarının kesildiğiydi. Esasen Kemal Kılıçdaroğlu-Gürsel Tekin ikilisini partinin tepesine taşıyan asıl itici güç halka ulaşma konusundaki isteklilikleri oldu. Partinin liderlik ve üst yönetiminde yaşanan değişimden sonra, yaklaşan seçimin de etkisiyle, gözler tekrar topluma dokunma konusuna çevrildi. 

Sistem bütünleşmesi düzeyinde refah devleti anlayışına dayanan bir modelin belirginleşmeye başladığı görülüyor. Aile sigortası konusundaki tartışmalar bunu gösteriyor. Ancak sosyal bütünleşme yani yüz yüze ilişkiler konusunda ortada benzer bir model yok. Bu alanda boşluğu de facto biçimde Kılıçdaroğlu’nun kendisi doldurmaya çalışıyor. Evlere yapılan ziyaretler, açılan telefonlar, kahve sohbetleri “size yakınım ve yanınızdayım” mesajları veriyor. Ancak lider ve parti üst yönetiminin halkla yüz yüze ilişkilenmesinin sınırları var. Bu tür bir modelin işleyişi dinamik bir örgüt yapısı gerektiriyor. Ancak bu tür bir dinamizmi sağlamanın uzun süredir atalet içinde olan CHP örgütü için kolay olmadığı açık. Bu konuda yeni bir örgütlenme modeli ve taze kan eşliğinde uzun ve zahmetli bir uğraşa ihtiyaç var.

Öte yandan bazı çevreler toplumla ilişkilenme ve destek sağlama konusunda bu tür bir zahmetli uğraşa girmek yerine kısa yoldan sorunu çözmek istiyor. Seçim başarısına da kilitlendiği anlaşılan bu arayış CHP’yi AKP’leştirmek niyetinde. Daha açık bir ifadeyle, sosyal bütünleşme işini ihale etmek niyetindeler. Üstelik ihalenin adresi de belli. Adres her tür ihaleyi almakla ünlü bir tarikata işaret ediyor. Durum böyle olunca akla 1990’lı yılların Ecevit-Hüsamettin Özkan denemesi geliyor. Resme bir de medyada bu ihale ilanını kendi köşesinde ücretsiz yayınlamaya hevesli kalemlerini ekleyince insan irkilmiyor değil.

Geçtiğimiz dönemde dikkate değer bir muhafazakârlaşma yaşayan geniş toplum kesimlerine ulaşma konusunda CHP’nin yeni bir strateji ve dile ihtiyaç olduğunu kafasını kuma gömenler dışında herkes görüyor. Ancak bu ilişkilenmeyi tarikatlar, şeyhler aracılığıyla yapmaya çalışmak başka bir proje ve arayışı toplumsal değil siyasal alana taşıyor. CHP’yi taşıyan toplumsal tabana geleneksel/muhafazakâr kesimlere doğrudan açılmayı anlatmak iyi bir stratejiyle mümkün olabilir. Ancak tarikatlar aracılığıyla ilişkilenme arayışına giren taşeron modelinin toplumsal tabanda CHP’yi AKP’leştirme olarak algılanması ve evdeki bulgurdan olma durumuyla sonuçlanması sürpriz olmaz. Yakın dönemde İstanbul’da bu tür aracıları kullanarak partiyi muhafazakâr kesimlere açma girişiminin yaşadığı başarısızlık hala unutulmadı.

Neyse ki CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun taşeronluk sistemine karşı olduğu yönündeki beyanatı belleklerimizde tazeliğini koruyor. Kamu işletmelerinde taşeronluğa karşı olduğunu söyleyen bir liderin kendi partisinde taşeronluğa evet demesini beklemiyoruz; kimin işveren kimin taşeron olacağının da karışık olduğu bir durumda, bu sağduyunun var olduğunu düşünmek istiyor insan!

Yeni CHP’nin Ecevit’in 1970’li yıllarına mı, yoksa 1990’lı yıllarına mı öykündüğünü önümüzdeki günlerde göreceğiz!