Glasgow’da gerçekleştirilen iklim zirvesinden ikiyüzlü bir karar çıktı. Böylelikle zengin ülkeler kendileri için “devede kulak” sayılacak bir finansmanı sağlamak konusunda bile yan çizmiş oldu.

İklim Zirvesi fiyaskoyla bitti

Glasgow İklim Zirvesi’nde, 1995 Berlin Toplantısı’nı referans alarak şöyle kekremsi bir espri dolaşıyordu; 26 yılda toplantı sayısı: 26, karbondioksit salımlarının azaldığı yıl sayısı: 0. Ne yazık ki bu kez de zirvenin sonuç bildirgesi, beklendiği gibi budanmış, kırpılmış, şahsiyetsiz bir olarak kayda geçti. Gelgelelim insanlık sellerin, kasırgaların, orman yangınlarının, kuraklıkların acı deneyimleriyle küresel ısınmanın ne denli büyük bir tehdit oluşturduğunu geç de olsa kavramış bulunuyor. O nedenle iklim değişikliği inkârcılarının artık hiçbir inandırıcılıkları kalmamış, sesleri kısılmış durumda. Bu ortam ekolojik eksenli toplumsal mücadeleleri yükseltmek için elverişli bir zemin yaratıyor.

MÜZAKERELERDEN ÇIKAN ZAYIF METİN

Bilindiği gibi İklim Değişikliği Konferansı’nda bir antlaşmaya ancak tüm üyelerin onayıyla varılabiliyor. O nedenle “en zayıf halkayı” oluşturan ülkenin tavrı belirleyici oluyor. Bu kez de metin iğdiş edile edile, en son Çin ve Hindistan’ın yoğun itirazlarıyla, kömür üretimi ve verimsiz fosil yakıt sübvansiyonlarının “aşamalı olarak kaldırılması” ifadesi “aşamalı olarak azaltmaları” şeklinde değiştirilerek imzalandı. Bir yönüyle kömür ve fosil yakıtların sonuç bildirgesinde ilk kez telaffuz edilmeleri bir ilerlemeye işaret ediyor; bir yönüyle de gayet zayıf bir vurguyla anılmaları, küresel ısınmayı 1.5 derecenin altında tutma umudunu iyice zayıflatıyor.

Burada gelişmekte olan ülkelerin (GOÜ) gündeme getirdiği, iklim değişikliğinin yarattığı “kayıp ve zararların” karşılanması, bu amaçla bir fon kurulması önerisinin ABD, Avrupa ve Avustralya’nın karşı çıkmasıyla reddedildiğini hatırlatalım. Sadece “ölme eşeğim ölme” der gibi, kırılgan ülkelere “teknik yardım” hizmeti vermek üzere BM bünyesinde bir organ kurulması karar altına alındı.

Yapılan hesaplamalara göre dünya, küresel ısınmayı 1.5 derecenin altında tutabilmek için gerekli karbon bütçesinin yüzde 86’sını tüketmiş bulunuyor. Burada en büyük pay yüzde 20 ile ABD’ye ait. Almanya ve Britanya gibi sömürgeci Avrupalı ulusların sorumluluğu ise yüzde 4 ve yüzde 3 hesaplanmış. Buna eski sömürgelerindeki salımlar dahil değil. Çin yüzde 11, Rusya yüzde 7, Brezilya yüzde 5 ile diğer yüksek pay sahibi ülkeler… Bu istatistiğin önemi, henüz kalkınmasını gerçekleştirememiş, yeryüzünün bu hale gelmesinde vebali bulunmayan yoksul ülkelerin zengin ülkelerle benzer kriterlerle değerlendirmelerinin yanlışlığı. En azından “kayıp ve zararların” karşılanması doğrultusunda somut bir adım atılsa, geçiş sürecinin yumuşatılması yolunda küçük de olsa bir mesafe alınmış sayılabilirdi.

2015 Paris Antlaşması’nda karara bağlanan, zengin ülkelerin GOÜ’lere yılda 100 milyar dolar küresel ısınmaya yönelik önlemler için yardımda bulunması konusu bilindiği gibi hayata geçmemişti. Glasgow’da ise, hemen bu limiti tamamlayalım şeklinde değil de, ancak 2025’te bu vaadi gerçekleştirelim yolunda ikiyüzlü bir karar çıktı. Böylelikle zengin ülkeler kendileri için “devede kulak” sayılacak bir finansmanı sağlamak konusunda bile yan çizmiş oldu.

NET SIFIR SALIM VAADİ DE ALDATICI

Bilindiği gibi, önde gelen sera gazı salan güçler ABD ve AB 2050’de “net sıfır” hedefine ulaşmayı taahhüt etti. Çin ise ancak 2060’da karbon nötr hale gelmeyi planlıyor. Çin karbon salımında 2030’da “zirveye” ulaşıp sonra kademeli kısıntıya gideceğini açıkladı. Gerekçe olarak da, zirveden sıfıra ulaşmak için AB’ye 71, ABD’ye 43, Japonya’ya 37 yıl gerekmesini, kendilerinin ise bu süreyi 30 yıla kadar çekmelerini gösteriyor.

Yüksek kârları, inanılmaz borsa fiyatlamaları ile tepki çeken Amazon, Microsoft, Google gibi firmalar da birer birer net sıfır, hatta negatif karbon düzeylerine geçme planlarını açıkladılar. Atmosfere en fazla karbon bırakan et ve süt ürünleri, havacılık, madencilik şirketleri bile sıra sıra niyet beyanına giriştiler. Glasgow zaten ekolojik, çevreci inisiyatiflerin, gelecekleri tehlike altında bulunan küçük ada devletlerinin sesini duyuracağı bir platform olmaktan öte, büyük şirketlerin arz-ı endam ettiği bir PR fırsatına dönüştü. Adeta çok uluslu şirketlerin genel kurulu niteliğindeki Davos’a benzer bir kulis ve pazarlık ortamı oluştu.

Maureen Santos ve Linda Schneider, Project Syndicate sitesindeki makalelerinde, 2050 net sıfır taahhütlerinin yeşil badana (greenwashing) tabir edilen bir göz boyama niteliği taşıdığını dile getiriyorlar. Öncelikle 2050’nin çok uzak bir tarih olduğunu, yakın vadede karbon salımlarını kısma hedeflerinin çok yetersiz kaldığını vurguluyorlar.

Belki daha da önemlisi, net sıfırın gerçek sıfır anlamına gelmediğini hatırlatıyorlar. Bir yandan karbon salımı sürerken, diğer yandan atmosferden bunu dengeleyecek kadar karbon yakalanması planlarının açık seçik olmadığının ve tartışmalı yöntemlere dayandığının altını çiziyorlar. Böylelikle doğayı en fazla kirleten sanayilerin ömrünün uzatılacağı endişesini dile getiriyorlar. Özellikle de karbon yakalama ve depolama ağırlıklı jeomühendislik teknolojilerinin risklerine ve belirsizliğine dikkat çekiyorlar.

Net sıfır hedefinde bel bağlanan çözümlerden biri de ormanların yaygınlaşması ve yutak arazilerin artırılması ile karbon soğurma potansiyelinin yükseltilmesi. Amansız bir kömür ve fosil yakıt üreticisi olan Avustralya’nın bir yandan dizginsiz karbon salımına devam edip, bir yandan da yeşillendirme yoluyla durumu dengeleme stratejisi inandırıcı bulunmadı ve şiddetle eleştirildi.

Konunun uzmanı Doğanay Tolunay, BirGün sayfalarında özellikle ahşap esaslı ürünler ihracı amacıyla Türkiye’de aşırı odun tüketimi yapıldığını, yutak alanlarının karbondioksit emme kapasitesinin azaldığını ortaya koydu. Buna karşın yöntem değişikliğine gidilerek atmosferden alınan karbon miktarının yüksek gösterildiğini açıkladı.

Santos ve Schneider’e göre, tartışma sömürüye dayalı ve yıkıcı ekonomik sistemin dönüşümüne odaklanmalıdır. Gerçek sıfır hedefine varılması için, iklim krizini doğuran ve şekillendirmeye devam eden küresel ve tarihsel adaletsizlikler masaya yatırılmalıdır.

Ekosistemleri, biyoçeşitliliği ve iklimi korumak için yerli halkların ve yerel toplulukların başta toprak hakkı, hak ve talepleri göz önüne alınmalıdır. Yeryüzünün topraklarını ve ekosistemlerini tahrip eden endüstriyel tarımdan vazgeçilmelidir. Agroekolojinin olanaklarından yararlanılmalıdır. Küresel Kuzey’in aşırı tüketim ve dünya kaynaklarının kara dayalı sömürüsüne dayanan sistemi yerine, küresel anlamda sosyal adalet ve iklim adaleti egemen kılınmalıdır.

SENDİKALARIN KAMUCU ENERJİ METNİ

Glasgow’da iklim zirvesi sürerken, geçtiğimiz hafta Chico Mendez’in “Sınıf mücadelesi olmadan çevrecilik bahçevanlıktan öteye gitmez” dövizi taşırken çekilen fotoğrafı çokça paylaşıldı. Demek ki, önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesinin öznelerinin ekolojik konulara da eğilmesi büyük önem taşıyor. Bu anlamda DİSK’in ve KESK’in imzacıları arasında bulunduğu, çeşitli ülkelerden sendikaların hazırladığı kamusal, düşük-karbonlu enerji geleceği programı umudumuzu artırıyor.

Enerjiye erişimi bir insan hakkı ve temel ihtiyaç kabul eden, enerji sektöründe geçerli neoliberal uygulamaları tersine çevirmeyi öngören, enerji şirketlerini tekrar kamu mülkiyetine alma talebini yükselten, enerji dönüşümü için planlı ve kamucu bir yaklaşımı benimseyen, işçilerin ve kullanıcıların enerji dönüşümünde karar süreçlerinde yer almasını önemseyen, eski sömürge ülkelerin enerji dönüşümünde ayak bağı olan borçlarının iptalini isteyen, enerji dönüşümünde kamu kaynaklarının seferber edilmesini temel alan, enerji dönüşümünü engelleyen fikri mülkiyet haklarının kaldırılması için mücadeleye davet eden bu program Türkiye’de de toplumsal muhalefetin enerji politikalarına yol gösterici nitelikte önemli bir metin olma potansiyeli taşıyor.

Önümüzdeki dönemin siyasi ve toplumsal mücadeleleri, ekolojik konulara özellikle duyarlı, genç kuşakların dinamizmini, emekçilerin deneyimleri ve üretimden gelen güçleriyle harmanlayabildiği ölçüde etkili olacaktır. Unutmayalım ki, iklim krizi hepimiz için bir 5 yıl daha bekleyip, zirvelerde horultular eşliğinde süren görüşmelere bırakılamayacak kadar hayati önemde…