Bu memlekette yaşamak kolay bir iş değil; en azından belli kesimler için. Örneğin yoksulsanız yaşamak tanımı gereği zordur. Solcu, komünist iseniz; Alevi ya da Kürt, bu memlekette yaşam sizin için zorlu bir yol filmi gibi cereyan eder. LBGTİ bireyi, vicdani retçi ya da “dinsizseniz” bu zorlukları hiç konuşmaya gerek yoktur, yaşam sizin için zaten “öyledir”!

Bu kesimler için huzur ölünce bulunan bir şeydir. Yoksul ölünce huzura kavuşacağına, zenginle eşitleneceğine inanır. Kürt için mezar, artık son sığınaktır; bir gece kapıya dayanan güvenlik güçlerinin “burayı yarım saat içinde terk ediyorsunuz diyemeyeceği, havan toplarının düşemeyeceği yerdir. Alevi için kapısına konulan kırmızı çarpı işaretini iplemediği makam. Komünist için ölüm, kıymetinin anlaşıldığı, şiirlerinin, kitaplarının sağda solda okunduğu andır; mezarına, siyasetçinin korkmadan ziyarete gelip, resim çektireceğini bilerek huzur içinde uzanır. LBGTİ bireyi için mezar, mahallelinin “buradan defolun gidin, sizin yüzünüzden evlerimizin fiyatları düşüyor” diyemeyeceği yerdir.

Bunu söylerken, zaman zaman içinde yatana öfkenin ölümden sonra da dinmediği mezar tahriplerini unutmuş değilim. Lakin dışarıda bunca çile çeken bu kesimler açısından, ölünce elde edilen huzur, bu tür “ara sıraları” tölere eder diye düşünebiliriz.

Lakin son dönemde bu kesimlerin ölümle olan ilişkisi, huzur bulma noktasında önemli bir değişime uğramış bulunuyor. Kısaca artık ölünce huzura kavuşmak diye bir durum ortadan kalkmış durumda! Görünen o ki artık ölünce hesaplaşma bitmiyor; nefret ve öfkeden beslenen şiddetten ölerek kurtulmak mümkün olmuyor.

Cemevlerinden günlerce kalkamayan cenazeler galiba son dönemin ilk örnekleriydi. Ardından Suriye’de çatışmalarda öldürülüp, uzun süre aileleri tarafından gömülmek için memlekete getirilemeyenleri hatırlayalım. Ama asıl Güneydoğu’nun irili ufaklı kentlerinin sokaklarında günlerce yatan, yaralıyken hastaneye kaldırılmayan, ölünce alınıp, defnedilemeyen insanları gözümüzün önüne getirelim. Ayaklarından araçlara bağlanarak sürüklenenleri yüreğiniz kaldırıyorsa hatırlayın.

Oysa bu toprakların kültürünü büyük ölçüde belirleyen İslam dininde ölünün bir an önce toprağa verilmesi önemlidir. O yüzden insanlar öldüğünde, daha yakınları, sevenleri ölümü idrak edemeden, apar topar toprağa verilirler.

Bu kural ünlüler için bir miktar bozulur; o da bir kaç gün daha zaman tanıyıp, katılımı, organizasyonu kişinin ününe yakışır hale getirmek için. Mustafa Koç bu nedenle Türkiye’nin en güçlü ve tanınmış işadamlarından biri olarak öldükten bir kaç gün sonra defnedildi.

Ama o da ne? Onu da rahat bırakmadılar. Mübarek Cuma dururken, niçin Hırıstiyanlar açısından kutsal sayılan Pazar günü defnedilmişti ki? Anladık ki bu son dönemin özelliği bu topraklarda birileri, kendilerinden olmayan herkese, zenginleri de dahil kin ve öfke biriktiriyor; öldükten sonra da rahat bırakmıyor.

Nedir ölüme ve ölüye yönelik dini gerekleri, toplumsal gelenekleri altüst eden bu sarsıcı tavır değişikliğinin nedeni? Ortaya çıkan bu dramatik resmi kişiselleştirip, patolojik bir durum olarak algılamak en büyük hata olur. Ölüme odaklanan bu siyaset tarzının Türkiye ötesi yaygınlığının olduğunu görmek durumundayız.

Afrika uzmanı Mbembe’in altını çizdiği nekro-siyaset kavramı tam da bu yeni gerçekliği yakalamak istiyor. Bugün geniş halk kitlelerine boyun eğdirme biçiminin geçmiştekinden farklı hale geldiğini; iktidar tesis etmenin artık disipline ya da kontrol etme tekniklerinin ötesine geçerek mümkün olduğunu vurgulayan Mbembe, nekro-iktidarın ortadan kaldıran/yok eden teknolojileri öne çıkararak kitlelere tercihin yaşamla ölüm arasında olduğunu doğrudan hissettirme yoluna gittiğinin altını çiziyor. O yüzden yıkımların ve ölümlerin en üst noktaya taşınması ve görünür hale getirilmesi bu tür bir iktidar uygulamasının sanıldığı gibi zaafını değil, uygulama gücünü gösteriyor. Bu görünürlük hali hepimize bu dünyadaki varlığı pamuk ipliğine bağlı, “yaşayan ölüler” olduğumuzu (kapısına çarpı işareti konulan akademisyenlere yapıldığı gibi) hatırlatmayı amaçlıyor!

Bu tür bir çerçevenin en özgün yanı ölümün yaşamdan sonrası olmaktan çıkıp, yaşamın bir parçası haline gelişine işaret etmesi. Tam da bu yüzden hayattayken ölünüyor ve rahat bırakılmıyor ölü bendenler!

Ölümü soğuk tabakta önümüze koyanlar karşısında, yapılması gereken çok açık; insani bir sıcaklıkla yaşama sahip çıkan geniş bir muhalefet hattı kurmak. Ölüme ölümle yanıt verenlere ise bu stratejinin nekro-siyaseti güçlendirmeye hizmet edeceğini hatırlatalım. Bugün karşı durulması gereken sadece nekro-siyaseti kullananlar değil; bu gayri insani siyasetin bizzat kendisini hedefine koyan bir siyaset tarzı her zamankinden daha “yaşamsal” hale gelmiş bulunuyor.

Bize ölümü gösterenler karşısında, (sıtmaya razı olmadan) yaşama sımsıkı sarılıp, sahip çıkacağız.