IMF-DB İstanbul zirvesi sadece 220 milyar dolara mal olan “convention center”ın klimalı ortamında alınan kararlarla değil, biber gazı altında

IMF-DB İstanbul zirvesi sadece 220 milyar dolara mal olan “convention center”ın klimalı ortamında alınan kararlarla değil, biber gazı altında “duman olmuşken” dahi protestolarını sürdüren kapitalizm karşıtı göstericilerle de anılacak. IMF-DB’ye karşı gelişen tüm eylem biçimlerini benimsemesem dahi özünde, İstanbul dünyaya açık, Afrika başta olmak üzere tüm yeryüzündeki yoksulluğa, açlığa, işsizliğe duyarlı baskılar karşısında bile geri adım atmayan aktivistleri ile “enternasyonalist” bir kent imajını tüm dünyaya verebildi. Atina’da, Cenova’da, Göteborg’da ne olmuşsa İstanbul’da da o oldu. “Kongre Vadisi” sakinlerine DTÖ toplantılarının düzenlendiği Katar’ın Doha şehri gibi ruhsuz, tepkisiz, kimliksiz bir coğrafyada bulunmadıkları gösterildi.
Başta Kongre Vadisi’nin “akredite” iktisatçıları, köşe yazarları olmak üzere medya güruhu bizlere, “Yahu siz IMF-DB’yi eleştirmeye devam ediyorsunuz, ama artık onlar değişti, farkında değil misiniz bu değişimin?” sözleriyle yine bilgiçlik taslıyor. Bu Bakırköy Akıl Hastanesi’nin ünlü başhekimi Mazhar Osman’ın hikâyesini akla getiriyor. Üstat arkasından “kaçık” diye atıp tutanlara “Onların benimle ilgili ne söyledikleri önemli değil, yeter ki ben onlara deli teşhisi koymayayım” diye mesajını iletir. İlelebet IMF-DB tellallığı yapanların; neoliberal politikaları her daim savunanların, geçmişte Özal’ın, Çiller’in, şimdilerde Tayyip Erdoğan’ın her sözünde bir hikmet bulanların değerlendirmelerinin hiçbir hükmü yok. Ancak muhalif kesimler, “hayır alametlerinden” söz ederse bir anlam taşır. Bana sorarsanız da ufukta böyle alametler mevcut değil.
Öncelikle IMF-DB-DTÖ’nün kapitalizmin farklı düzenleme rejimleriyle işlevleri de değişebilen araçlar olduğunu hatırlayalım. 1945-75 arasındaki birinci rejime Keynesçilik, ABD hegemonyası altında ulusal ekonomiler damgasını vurdu, “kapitalizmin altın çağı yaşandı”. İkinci rejim Bretton Woods’un çöküşüyle başladı, neo-liberalizm, Washington uzlaşmasıyla bilinen liberalleşme, özelleştirme, kuralsızlaştırma uygulamaları gündeme geldi. IMF’ye 1982’de patlayan Üçüncü Dünya Borç Krizi’yle birlikte uluslar arası bankaların haciz memurluğu görevi verildi. İhracata dönük kalkınma adı altında emek gelirlerini aşağı çek, sosyal programları daralt, kamunun ekonomi üzerindeki ağırlığını azalt şeklindeki mali politikaları stand-by anlaşmaları ile dayatması istendi. Arada 1993-94 döneminde Berlin Duvarı’nın çökmesi, Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde, iki yıl içerisinde başta Rusya, Ukrayna, Bulgaristan, Vietnam tam 19 ülkeye “acı reçete” yutturuldu. Bu ülkelerin küresel kapitalizme entegrasyonu sağlandı, şimdi başa bela olan “oligarklar” yaratıldı. Bugün ise Robert Wade’in deyimiyle “Birinci Dünya Borç Krizi”nin ardından yeni bir rejim değişikliği arayışı var. Doğal olarak IMF-DB gibi uluslararası Şnans kuruluşları içinde yeni misyon tanımları yapılacak. Ne var ki kapitalizme kökten itirazı bulunanların “gardını düşürecek” özde bir değişim ufukta görünmüyor.
İstanbul Kararları diye ifade edilen kararlar özünde Türkiye başta olmak üzere birçok hastayı yatağa mahkûm eden doktora “nazik bir hekim” muamelesi yapılması, yani IMF’ye açık çek verilmesi, “eti senin kemiği benim” anlayışıyla dünya ekonomisinin emanet edilmesi anlamına geliyor.
Birinci karar, makro ekonomik ve Şnans sektörü politikalarının tümünü kapsayacak biçimde IMF’nin görev tanımının gözden geçirilmesi. Şnancial Times gazetesinin baş ekonomi yorumcusu uluslararası kapitalizmin en akil adamlarından Martin Wolf’a bile “bir ideolojik tanrı daha çöktü” dedirten piyasa ekonomisi anlayışının terk edildiğine, kâr ve rekabet merkezli bir kurgunun yerine “insan ihtiyaçlarına, toplumsal dayanışmaya” dayalı bir zihniyetin aldığı, krizden gerekli derslerin çıkarıldığı yolunda bir belirti bulunmadığına göre IMF’nin yetkilerinin genişletilmesi hayırlı bir gelişme sayılmaz.
İkinci karar, esnek kredi hattının daha çok ülkeye açık hale getirilmesi. Bu program krizle birlikte zaten yürürlüğe konmuştu. IMF’nin web sayfasında temel göstergeleri istikrar sergileyen ülkeler için tasarlandığı vurgulanıyordu. Bu şartlarda, sürdürülebilir dış dengeler, sürdürülebilir kamu borçları, mali istikrar şeklinde sıralanıyordu. İlk müşteri ABD’nin sadık partneri Meksika oldu. O da 47.5 milyar dolarlık borçlanma olanağını henüz kullanmadı. Macaristan, Ukrayna gibi krizdeki ülkeler zaten kapsam dışı kaldılar, “acı reçete” stand-by’a razı oldular. Türkiye’nin ise GSMH’nin yüzde 6.4’ü düzeyindeki cari açık nedeniyle program kapsamına giremeyeceği düşüncesi hâkimdi. Şimdi ekonominin çarkları durunca cari açık GSMH’nin yüzde 16’sına geriledi. Bu programdan yararlanılsa bile, küresel ekonomiye şimdilerde hâkim olan laylamlom havasıyla yeni bir sıcak para akımının hücum etmesi, TL’nin daha da değerlenmesi, üretim ekonomisinin yeni bir darbe yemesi, sadece dış borcu bulunanların yüzünün gülmesi tehlikesi var.
Üçüncü ve dördüncü kararlar ise birbirine bağlı, gelişmekte olan ülkelerin hem kotalarının arttırılması, hem de G20’nin yönetiminde daha fazla söz sahibi olmalarını içeriyor. Bu aslında Çin başta gelmek üzere çevre ülkelerin dünya ekonomisindeki ağırlıklarının artmasının doğal bir sonucu. Ancak IMF’de yüzde 5, DB’de yüzde 3 kota artırımı ABD’nin yüzde 17 civarındaki oy gücüyle Şili veto hakkını ortadan kaldırmıyor. Belçika, Hollanda gibi bazı AB ülkeleri aleyhine kozmetik iyileştirmeler sağlıyor. G20’nin sekreteryasının zaten IMF’ye verilmesi ise, daha demokratik bir dünya görünümü altında fonun icraatlarının meşrulaştırılmasını amaçlıyor. Zor yerine rıza mekanizmalarını harekete geçirecek bir aldatmaca gibi görünüyor.
Özetle, alınan kararlar bizzat DB Başkanı’nın ifade ettiği yoksul ülkelerde 90 milyon kişinin günde 1.25 dolar gelirin altında mutlak yoksulluğa sürüklenmesi gibi “insanlık trajedilerine” yönelik bir önlem içermiyor. Hepsinden önemlisi krizin artık atlatıldığı, kapitalizmin bildiği gibi yoluna devam edebileceği varsayımına dayanıyor. Bu da gelecek yazıda ayrıntılandıracağımız gibi gerçeği yansıtmıyor. Krizin daha şiddetli nüksetmesi riski ciddi bir tehlike, saatli bomba gibi dünya ekonomisinin kucağında duruyor. Kararların İstanbul’da alınması Washington Konsensüsü’nün değiştiğine ilişkin bir karine oluşturmuyor. İstanbul’un referans verilmesi arzulanıyorsa, IMF-DB’ye krizin boyutlarını yeterince kavrayamadıkları için “İstanbul günahkârları” deriz herkesin gönlü hoş olur. Özellikle Dominique Strauss-Kahn gibi etiketi sosyalist bizim IMF-perverlerin….