Neoliberal itikadın sacayaklarından birisi de sermaye akışlarının serbestliğidir. Dış ticaretin serbestleştirilmesi, bağımsız merkez bankası, özelleştirme yoluyla kamunun mal ve hizmet üretiminden elini eteğini çekmesinin yanı sıra, yabancı sermayenin önüne hiçbir engel çıkarılmaksızın giriş-çıkışı da neo-liberalizmin olmazsa olmazıdır.

Siz bakmayın RTE’nin, “faiz lobisi”, “spekülatörler”, diye esip üfürdüğüne, sermaye kontrollerinden hiç söz etmiyor. Uluslararası finansta, “imkânsız üçlü” tabir edilen, sermaye akışlarını serbest bırakmak, para politikasını yönetecek faiz düzeyini belirlemek, döviz kurlarını kontrol altında tutmaktan en fazla ikisini seçebileceğinize dair bir kural vardır. RTE sıcak parayla uğraşmayı göze alamadığı için, 400 milletvekili istediği gibi, olmayacak iki duaya daha amin diyor: düşük faiz ve düşük kur.

Böylelikle Türk işi yeni bir “imkansız üçlü” ortaya çıkıyor : dövizi frenlemek, faiz indirmek, RTE’yi memnun etmek. Neo-liberalizmin kurallarına riayet etmeyince, piyasa tanrılarının gazabına uğruyorsunuz, sonuçta her üç amaç da gerçekleşmiyor. Merkez Bankası’na, “ politika faizini indir “ dedikçe piyasa faizleri yükseliyor; belirsizlik artınca döviz dikiş tutmuyor, RTE de haliyle küplere biniyor.

Bahaneyi de bulmuşlar; büyük resim değişiyormuş, 1 dolar = 1 avro paritesine doğru yol alınıyormuş. Böylelikle suçu üzerlerinden atmış oluyorlar. Çarşı pazardaki sohbetlere bakarsanız,  “algı yönetimi “dedikleri meret marifetiyle sade vatandaşı ikna etmişler. Yalnız önemli bir noktayı ıskalamış görünüyorlar. “Madem doların değer kazanacağı aşikar, iyisi mi köşedeki üç beş kuruşu böyle değerlendireyim” diyen soluğu döviz büfesinde alıyor. Dolar yükseldikçe,  bu kez döviz borçluları, “zararın neresinden dönülürse kârdır” refleksiyle “yeşile” sarılıyor.

Faiz lobisi” söylemi, ekonominin yavaşlaması, işsizliğin sıçraması, inşaat sektörünün ivmesini kaybetmesiyle dolaşıma sokuldu. Faizlerin 1-2 puan inmesinin  piyasaya canlılık getirmesi de mümkün görünmüyor. Asıl ekonominin frenine basan, RTE’nin başbakanlığı döneminde uygulanmasına başlanan, “makro ihtiyati” politikalar.

IMF-DB telkinleriyle Kore, Polonya, Brezilya  gibi  birçok ülkede uygulanan, tüketici kesimin aşırı borçlanmasının, kredilerin hızla genişlemesinin önüne geçmeyi amaçlayan bir dizi önlem, finansal riskleri azaltırken, ekonomik büyümeyi yavaşlatıyor. Bölüşüm ilişkilerinin bozulması, gelir ve servet adaletsizliğinin yaygınlaşması karşısında, finansallaşma yoluyla insanlara gelirlerinin ötesinde harcama olanağı tanınabiliyor; böylelikle bir süre daha taşıma suyla ekonominin değirmeni döndürülebiliyordu. Olası bir mali felaketi önlemek için makro ihtiyati önlemler yürürlüğe girince de, talep düşüyor, ekonomi  mecalsiz kalıyor.

Hatırlayalım :
-Kredi kartları asgari ödeme tutarları artırıldı.
-Kredi kartı limitleri müşterinin net aylık geliriyle ilişkilendirildi.
-Kredi kartlarının belirli durumlarda kullanıma kapatılması mümkün kılındı.
-Tüketici kredilerinin vadeleri sınırlandırıldı.
-Konut ve taşıt kredileri kredi/değer oranı getirilerek aşırı borçlanma sınırlandırıldı.
-Kredi kartları ve tüketici kredilerinde risk ağırlıkları artırılarak bankaların sermaye yeterlilik oranları aşağı çekildi.



Tablodan görüldüğü gibi kredi kartlarının krediye dönüşen miktarı gerilerken, toplam tüketici kredisi artışı yüzde 6.6’yla enflasyonun bile altında kaldı. Haliyle de talep düştü, ekonomi yavaşladı.

Bu noktada akla, RTE’nin ağzını her açışta dövizi sıçratması acaba bilinçli bir tercih olabilir mi?  sorusu geliyor. Çünkü böylelikle TL cinsinden satışa çıkarılmış taşınmazların dolar fiyatı ucuzluyor, yabancılar için daha cazip hale geliyor. Ne gam, bu arada döviz borcu bulunanlar da okkanın altına gidiyor…