Her şeyin büyüğünü hedefleyen düzen üzerimize çöküyor. On yıl önceydi, etkili bir siyasetçi bana, “AKP başarısının üç alanda izledikleri politikalardan kaynaklandığını, bu sebeple bu alanları iyi tahlil etmek gerektiğini” söylemişti.

Birinci “başarı alanı” iktidarın o zamanki ortağı cemaatin okulları, ikincisi AKP belediyeciliği, üçüncüsü ise (büyük) projecilikti. Siyasetçinin değerlendirmesinde sadece nesnel bir durum tespitini değil, öznel bir hayranlık ve yenilgiyi de görmüştüm o sırada!

Ne var ki aradan geçen zaman içinde üç projenin de çöküşüne şahit olduk. Önce cemaat okulları çöktü. 31 Mart seçimleriyle birlikte AKP belediyeciliğinin devasa çöküşüne şahit olduk. Şu sıralar kötü giden ekonomiyle birlikte büyük projelerin can çekişmesini izliyoruz.

AKP belediyeciliğinin yerine nasıl bir model ya da modellerin konulacağı sorusunun hayati hale geldiği şu günlerde, “bu alanlara iyi bakmamız gerek” diyen siyasetçiyi ciddiye almak anlamlı olabilir!

Modellerin inşasında olumsuzluklar ve eleştirisinin önemli payı vardır. Son dönemde görevi devralan muhalif belediye başkan ve yönetimleri, AKP belediyeciliğinin olumsuzlukları üzerinden politikalar oluşturuyorlar. Bu çerçevede yolsuzluk, iltimas, kaynakların kötü kullanılması, doğanın tahribi, “imar faaliyetleri” üzerinden kaynak yaratma/dağıtma düzeninin eleştirileri son derece yerindedir.

Öte yandan, bu önemli eleştirilere rağmen geçtiğimiz döneme damgasını vuran projecilik meselesinin tam anlamıyla aşılabildiği kanısında değilim. Bunu söylerken, İmamoğlu’nun başta Kanal-İstanbul olmak üzere tahrip projelerine yönelik tutumu, temel atmama töreni olumlu adımlar olarak not edilmeli. Benzer türden bir vurgunun Mansur Yavaş’ın israftan kaçınma söyleminde de olduğu kanısındayım.

Ancak tüm bunlar olurken, aynı zamanda yurtdışında metro ve benzeri projeler için kaynak arama çabalarını da görüyoruz. Bunca yıldır toplu taşımacılık savunusu yapmış biri olarak bu tür yatırımları önemli bulduğumu belirteyim. Ancak Türkiye’nin borçlanmaya dayalı birikim modeli nedeniyle çöküşün kıyısına geldiği bir dönemde, bir kaç hattı tamamlamak uğruna söz konusu modelin parçası konumuna düşme riskinin iyi değerlendirilmesi gerekiyor.

Bunları söylerken, otobüs filoları geçtiğimiz dönemde yenilenmemiş, önemli projeleri mali güçlükler nedeniyle durma noktasına gelmiş belediyeleri devralmış belediye başkanlarına haksızlık yapmak istemiyorum. Çok ciddi sorunlarla karşı karşıyalar ve anlaşılabilir biçimde başta mali olmak üzere bir çok engeli aşmak istiyorlar. Ne var ki, artık kıt kaynaklarla belediyecilik yapmanın kaçınılmaz hale geldiği bir dönemdeyiz. Dış kredilerle yapılacak projeler kamu yararı açısından ne kadar iyi süzülürse süzülsün, kaynakların bu tür yatırımlara yönlendirilmesi belediyeleri büyük mali sıkıntılarla karşı karşıya bırakabilir. Belediye yönetimleri, somut ve hayati sorunlara bakarken daha büyük bir resmi gözden kaçırma riskiyle karşı karşıyalar.

Tam da bu noktada bir başka belediyecilik felsefesine ihtiyacımız var; kentleri şekillendirmeyi fiziki altyapı yatırımları etrafında gören yaklaşımın karşısına bir başka altyapı ile çıkmak gerekiyor. O altyapı sosyal altyapıdır. Kemerlerin son deliğine kadar sıkıldığı bir ortamda insanını altyapı olarak gören bir belediyecilik anlayışının öne çıkarılması gerekiyor. Geniş halk kesimlerinin intiharın kıyısında gezindiği bir dönemde, vatandaşıyla birlikte dayanışma altyapısını güçlendiren bir belediyecilik anlayışı sadece kentlerin değil bir bütün olarak toplumun krizini de aşmanın dinamosu olacaktır.

Bu konuda Cemaat okullarından öğreneceğimiz bir şey yok. Bir yere bakmamız gerekiyorsa, 1970’li yıllara, o dönemin toplumcu belediyeciliğine, gecekondu mahallelerinde oluşturulan dayanışma ağlarına bakmakta yarar var.